Ana içeriğe atla

İbrahim Müteferrika ve Matbaası

 

Herkese günaydın arkadaşlar. Nasılsınız? İyi misiniz? Umarım her şey yolundadır.

Bugün sizler Osmanlı devletinde ilk resmi matbaayı kurarak birçok yeniliğin öncüsü olan ve matbaa denilince akla ilk gelen kişi olan İbrahim Müteferrika’yı anlatacağım. Yalnız onun sadece kronolojik hayatını değil, matbaayı kurma hikâyesinden de bahsetmek istiyorum. Salı gününün teması Tarih olduğundan bunu işliyorum. Dilerseniz başlayalım.


İbrahim Müteferrika 1674 yılında Macaristan'ın Kolojvar şehrinde dünyaya geldi. Müslüman olmadan önceki hayatı hakkında elimizde pek bir bilgi yok. Ancak onun daha önceki hayatında İlahiyat öğrencisi olduğu, pek çok dili iyi bildiğime matbaacılık hakkında ufak tefek bilgilere sahip olduğu Risale-i İslamiye adlı eserinden anlaşılmaktadır.

1692 Viyana Kuşatmasından sonra yapılan savaşlarda Türkler tarafından ele geçirilmiştir. Ancak bazı kaynaklarda onun Thököly ayaklanmasından sonra kendi isteğiyle Türklere sığındığı bildirilir.

Müslüman olduktan sonraki hayatını araştırmak Osmanlı arşivlerinden dolayı nispeten daha kolaydır. Müteferrika hakkındaki arşivlerde bulunan ilk bilgi onun orduda Sipahi olarak 29 akçe ulufe aldığıdır. İleride bahsettiğimde anlayacağınız üzere Müteferrika zekâsı, yetenekleri ve dil bilmesi sayesinde çok hızlı yükselmiş, buna bağlı olarak ta maaşı artmıştır. Sipahiyken Avrupa seferine katılmış, sefer sırasındaki başarılarından dolayı maaşı değiştirilmemek şartıyla Dergâh-ı Âlî Müteferrika ’lığına atanmıştır. Bu arada müteferrika demek vezir ve devlet görevlilerinin her türlü yazı işleriyle uğraşan kişiler için kullanılır.

Maaşı 1721-23 yıllarında önce 40 daha sonra 60 ve en sonunda 1737 yılında 120 akçe olmuştur. Daha önce söylediğim gibi Müteferrika zekâsıyla çok hızlı yükselmiştir. Arşivlerde o devirde ulufeyle çalışan müteferrikalar arasında en yüksek maaşı aldığı yazmaktadır.

1717'de, Osmanlı ülkesine davet edilen II. Ferenc Rákóczy 'nin yanına tercüman olarak tayin edildi. 1735 yılına kadar bir yandan ona hizmet etti. Diğer yandan matbaa kurup işletti.

 1738'de top arabacıları kâtipliğine geldi ve böylece Dîvân-ı Hümâyun'da hâcegân zümresine dahil oldu. 1743 ‘te görevden ayrıldı. Dağıstan kağıt fabrikası kurma işleriyle uğraştı. 1747 yılında vefat etti.

İbrahim Müteferrika’nın hayatı kısaca bu şekilde. Biraz sıkıcı olduğunun farkındayım. Şimdi sıra onun matbaayı kurma hikâyesinde.

Dedim ya Müslüman olmadan önce matbaadan az çok anlardı diye. İçinde matbaa kurmak ile ilgili hep bir hayal varmış Müteferrika’nın. Fitili ateşleyen şey ise Paris’e devlet işleri için babasının yanında giden Mehmet Sait Efendi oldu. Sait Efendi Paris’te matbaayı görmüş, hayran kalmış ve ülkeye geldikten sonra arkadaşı İbrahim Müteferrika ile bir matbaa kurmak istemişti.

Hem imtiyazlı bir elçinin oğlunun hem de devletçe tanınan ve sevilen İbrahim Müteferrika’nın bu teklifine Sultan III. Ahmet olumlu cevap verdi ve onlara uygunluk belgesi verdi.

Burada araya gireceğim biraz. Müteferrika’nın aslında bu kadar meşhur olmasının sebebi Osmanlı’da ilk defa matbaa kurması değildir. Çünkü daha önce birçok defa matbaa kurulmuştur, ancak hiçbiri devlet onaylı olmadığı için ya kapatılmış ya da gizli bir şekilde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

Şimdi madem daha önce matbaa bu topraklara gelmiş, o zaman biz niye onlara izin vermemişiz diyebilirsiniz. Bu sorunuzu Franz Babinger Müteferrika ve Osmanlı Matbaası adlı kitabında çok güzel bir şekilde anlatmış.

Babinger’e göre matbaanın yasaklanmasının ardında yatan sebep kâtiplerin işsiz kalmalarından korkmalarıydı. Malumunuz matbaa yokken bütün eserler el yazması bir şekilde kâtipler tarafından yazılırdı. Matbaa gelince tek seferde yüzlerce kâtibin işini yapacaktı. İşte bu nedenle kâtipler istemeyince devlette izin vermedi.

Ülkedeki zihniyet değişmişmiş mi acaba diye düşünüyorum da, maalesef hiç değişmemiş arkadaşlar. Hatırlarsınız arkadaşlar birkaç yıl önce Uber (mobil taksicilik) Türkiye’ye girmek isteyince taksiciler isyan etmişti. Daha sonra mahkeme kararıyla Uber yasaklandı.

Yani bir coğrafyada yaşayan halkın 300 yıl boyunca zihin yapısı değişmezse o toplum neden ilerlemiyor diye sorulmamalıdır.. Her neyse yazımıza dönelim. Osmanlı matbaaya izin vermeyince doğal olarak bu kitapların daha çok okura ulaşmasını engelledi. Kitap okuyamayan bir toplum da maalesef bilim savaşlarını kaybetti.

Neyse ki geç de olsa devletten izin koparan Müteferrika ve arkadaşı, 1727 yılında ilk resmi matbaa olan Darü't-Tıbâati'l Amire'yi kurmaya başladılar. Müteferrika ve Sait efendi hızla çalışmalara başladılar ve 1729’da ilk kitapları olan Vankulu Lügati’ni bastılar. Ardından Sait Efendi devlet işleri nedeniyle ayrıldı. Bütün yük artık Müteferrika’ya kalmıştı. Müteferrika hayatı boyunca 17 farklı kitap basmayı başardı. Bunların %70’ini sattı.


Ancak Müteferrika’nın en büyük sıkıntısı ölümünden sonra matbaayı işletecek kimseyi bulamamasıydı. Uzun araştırmalar sonucu iki kadı buldu ve onlara çalışma izni çıkardı. Ama galiba yanlış seçim yapmıştı. Çünkü onun ölümünden 10 yıl sonra bu iki kadı ancak tek bir kitap basabildi. Daha sonra matbaayı kapattılar. 1784 yılına kadar matbaa hiçbir faaliyette bulunmadı. Ne yazık ki İmparatorluğun tek matbaası uzun yıllar kapalı kalmıştır.

Bazen Avrupalılardan geri kalmamızın nedenini kendimize sormalıyız. Eğer dürüst olup, doğru cevap verirsek suçlunun kendimiz olduğunu söyleyebiliriz. 18. Yüzyıldan sonra eğer Osmanlı İmparatorluğu saray yapacağına okul yapsaydı, ya da bilimsel gelişmelerin önünü kapatmasaydı, ya da 1961 yılında yapılan Devrim arabalarının devamı getirilseydi. Hiç olmazsa Cumhuriyet devrinde Atatürk tarafından kurulan uçak fabrikaları kapatılmasaydı bugün bu halde olmazdık. Söylenecek çok söz var ancak yazının temasının dışına çıkmak istemiyorum. Aslında konumuz bitti. Birde şunu söylemek istiyorum: Tarihi şeyler yazarken kafamdan uydurmuyorum. Kopyala-yapıştır da yapmıyorum. İlk önce bulabildiğim her kaynağı okuyorum, ondan sonra kendi cümlelerimle yazılar yazıyorum. Zaten bütün tarihi yazılar bu şekilde yazılır. Kendinize iyi bakın…

Kaynaklar:

 https://islamansiklopedisi.org.tr/ibrahim-muteferrika

 https://uskudar.edu.tr/tr/bilim-insani/ibrahim-muteferrika

 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/23/664/8462.pdf

 https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0brahim_M%C3%BCteferrika

 https://islamansiklopedisi.org.tr/tokoli-imre

Yorumlar

Blogda ki Popüler yazılar

Topuklu Ayakkabının İcadı

  Herkese selamlar arkadaşlar. Moda hakkında bir yazı okurken yazı içinde geçen topuklu ayakkabı kelimesi nedense bende merak uyandırdı. İçimde birden beliren topuklu ayakkabının nasıl ve neden icat edildiğini öğrenme arzusu beni çeşitli kaynaklardan bu konuyu araştırmaya sürükledi. Bende bu yaptığım araştırmadan edindiğim bilgileri sizinle paylaşmak istedim. Bu konu ile ilgili baktığım çoğu kaynakta 16.yy’da Avrupa toplumunda insanların lavabo alışkanlıklarının olmadığını ve bu nedenle pisliklerini sokaklara atmalarının sonucunda yerlerdeki pisliklere basmak istemeyen insanların topuklu ayakkabıları icat ettiğini söyleniyor. Fakat ben bu fikre katılmıyorum çünkü bulduğum bir kaynak bana daha inandırıcı geldi. Ama ilk önce ilk önce ayakkabının icadından başlayalım. İLK AYAKKABI NEREDE İCAT EDİLDİ? Resmi kayıtlara göre ilk ayakkabı MÖ.2000 yılında Mısırda icat edilmiştir. Kâğıt yapımında kullanılan papirüsle yapılan bu ilk ayakkabı daha sonra farklı uygarlıklar tarafından deriyl

Zehra Romanı Özet ve Yorumu

 Herkese merhabalar arkadaşlar. Bu gün sizlere okumayı yeni bitirdiğim bir romanın özetini anlatacağım. Okuduğum romanın adı “Zehra”. Dilerseniz ilk önce kitabın künyesinden, daha sonra özet ve yorumundan bahsediyor olacağım. Kitabın Künyesi Kitap Adı : Zehra Basım Yılı: 1896 Yazarı: Nâbizâde Nâzım Türü: Roman Kitabın Özeti İstanbul’da ticaretle uğraşan Şevket Efendi adında zengin bir tüccar vardır. Bu şevket efendinin çok güzel ancak kıskanç bir kızı vardır. Adı Zehra olan bu kızın kıskançlığı öyle bir seviyeye gelmiş ki küçük kardeşini öldürmeye yönelik birkaç teşebbüste dahi bulunmuş. Kızın babası her ne kadar durumdan şikâyetçi olsa da elinden bir şey gelmediğinden “büyüyünce geçer “diyerek kendini teselli edermiş. Bir gün şevket Efendi’nin evine kâtibi Suphi Bey gelir. Suphi Bey evde çalışırken bir mola vakti odadan ayrılarak evde dolaşmaya başlar. Tam da o sırada avluda bulunan Zehra’yı görür. Ona âşık olur ancak ne kıza ne de babasına söyleyemez. Suphi de bir

Tarihi Sevdiren Adam

  Herkese merhabalar arkadaşlar bugün yazımda sizlere bir yazarı anlatmak istiyorum. Onun hayatını anlatmayacağım ama. Çünkü o hayatını yaşayıp ebedi dergâha doğru yol aldı. Ancak yaşarken yazdığı kitaplarla birçok çocuğun hayatına yön vermesine, kitap okumayı sevmesine vesile oldu. O, ben dâhil binlerce çocuğa “Tarihi sevdiren adam” . Yavuz Bahadıroğlu. Birkaç ay önce annem sabah uyandığımda yatağıma gelip vefat haberini verdiğinde daha önce (çok şükür)hiçbir yakınını kaybetmemiş olan ben; sanki babamı, abimi, bir dostumu kaybetmiş kadar üzülmüştüm. Bu satırları yazarken tekrar tekrar aklıma geliyor, ancak onun ölmediğini bildiğim için gönlüm rahat. Çünkü Sunguroğlu hâlen yanı başımda ve onu her okuyuşumda tekrardan beraber maceralardan maceralara koşturuyor. Kimi zaman düşman paralıyor, kimi zamansa bir kimsesize yardım ediyoruz.   Bir yazar olmanın en güzel yanı da budur işte. Hiç ölmemek. Bu yüzden her zaman bir yazar olmak isterdim. Hâlâ istiyorum. Umarım bir gün roman yazm