UMUDA YOLCULUK
John gözlerini açtı. Beyni
karıncalanıyordu. Uzaklardan sesler geliyordu.
- Denek 0-23 gözlerini açtı.
-Durumu stabil.
-Nabız normal. Uyandırabiliriz efendim.
-Onay verildi 0-23’ü uyandırın.
Kapsüldeki hava boşalmaya başladı.
Kapak açıldı.
Günaydın John dedi Doktor David. 50 yıllık uykundan günaydın.
Sana da günaydın dedi John. Sersem bir
şekilde. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Kendisine John diye seslenmeseler adının ne
olduğunu bile bilemeyecekti. Doktor David asistanlara “onu gözlem odasına alın”
dedi. John gözlerini kapadı.
Gözlerini tekrar açtığında sedyedeydi.
Gözlem odasına doğru götürülüyordu. Yanında beyaz önlüklü dört kişi daha vardı.
Galiba hemşire olmalılar diye düşündü. Oysaki hasta falan değildi. Hatta çok
sağlıklıydı, zaten o gün kendisini bunun için aradıklarını söylememişler
miydi? Yüzü acı bir şekilde buruştu, evet
işte o günü hatırlamıştı sonunda, burasının neresi olduğunu ve neden burada olduğunu
çözmüştü.
Pandemi yeni bitmişti. Yıllarca devletleri,
milletleri zor durumda bırakan Covid- 19 aşısının bulunması ve herkese yapılmasıyla
üç yılın sonunda nihayet bitmişti. Birçok insan ailesini, sevdiklerini
kaybetmişti. John’ un büyük kızı ve eşi de onlardan biriydi ilk zamanlarda
virüsten iyi saklanmışlar fakat daha sonra virüsün defalarca mutasyon geçirmesi
ve ölümcüllüğünün artması ile kendilerini ölümün kollarında bulmuşlardı.
John’un büyük kızı fazla dayanamamış hemen ölmüştü, ama eşi çok direnmişti,
aylarca yoğun bakımda kalmış ve nihayet kızının yanına gitmişti. Ailesini
kaybetmesi onun ruh dünyasında berbat bir etki bırakmıştı Hiç kimse iç
dünyasında kopan fırtınalardan haberdar değildi, neredeyse kendini bu hayatta
fazla görüp canına kıyacaktı . Ama hayatta kalmak için hala bir sebebi vardı:
küçük kızı Mia. Mavi gözleriyle John’a
her baktığında John sanki yeniden doğuyordu. Onu hayattaki her şeyden çok
seviyordu. Küçük kız annesini kaybettiği için annelik yapmakta John’a kalmıştı.
Kızını her gün okula götürüyor, derslerine elinden geldiğince yardım ediyordu.
Birkaç yıl her şey çok güzel gitmişti. Ama sonra bir gün bir kaza geçirdiler. John
hafif atlatmıştı ama ne yazık ki küçük Mia onun kadar şanslı değildi.
Mezarda ağlarken John çok düşünmüştü
hayat neden bu kadar acımasız diye. Neden kahrolası hayat bütün sevdiklerini
ondan almıştı, suçu neydi onun. Bütün bunları düşünürken telefonu çaldı John’un
ilk başta açmadı ama defalarca çalınca bakmak zorunda kaldı. Telefonun diğer
ucundan genç bir bayan sesi geliyordu
-İyi günler Bay John. Başınız sağ olsun.
Kızınız için üzgünüm.
-Siz kimsiniz ve benden ne
istiyorsunuz?
Karşıdaki ses: Bunu size telefonda
söyleyemem Bay John, ancak şu kadarını söyleyeyim bu hayatınızdan
kurtulacağınıza teminat veririm. Nasıl yani diye sordu John. Bayım birazdan
mezarlığın girişine bir araç yaklaşacak eğer ona binerseniz tüm sorularınızın
cevabını alacaksınız dedi bayan.
-Peki, öyle olsun dediklerinizi yapacağım.
-Memnun olurum bayım.
John son
defa arkasına bakıp:
- Görüşürüz sevgili Mia, baban seni seviyor
dedikten sonra yaşlı gözlerle çıkışa doğru yürüdü.
Az sonra siyah bir Lincoln girişe yaklaştı içinden takım elbiseli bir
adam indi.
-İyi günler Bay John lütfen bizimle
gelin.
John arabaya bindi. Az sonra havaalanına gelmişlerdi.
İçeri girip özel bir jetin yanına yaklaştılar. John böyle bir şey beklemiyordu
o FBI ya da CIA merkezine gideceklerini zannetmişti ama durum hiçte öyle
değildi.
Uçağa bindiler. İki saatlik kısa bir
uçuştan sonra tekrardan bir arabaya bindiler ama bu sefer arabanın ön kısmı
arka kısmından cam bir panelle ayrılıyordu ve camları siyahtı. John dışarıyı
göremiyordu artık. Şoföre seslendi ama cevap veren olmadı. Araba harekete geçti
yarım saat kadar gittikten sonra araba kapalı bir otoparka girdi. Şoför kapıyı
açtı beni takip edin dedi, soğuk bir sesle. John endişelenmeye başlamıştı avuç
içleri hafif hafif terlemeye başlamıştı yaptığı şeyin yasal olmamasından
korkuyordu. Çünkü eğer yasal değilse sert Amerikan yasalarının elinden çekeceği
vardı.
İlerlediler ve bir asansöre bindiler birkaç
kat çıktıktan sonra onları beyaz önlüklü, kızıl saçlı gözlüklü bir bayan karşıladı.
-Tesisimize hoş geldiniz Bay John. Benim
adım April.
John bu sesi tanımıştı. Kendisini mezarlıkta
arayan kadındı bu. Lütfen rahatlayın, emin ellerdesiniz dedi. Bu güven sözleri
John’a hiçte inandırıcı gelmedi ama yine de kadını takip etti. Kızıl saçlı
kadın önde John arkada bir süre koridorlardan geçtiler ve nihayet ana salona vardılar.
John hem sıkılmış hem korkmuştu, ama otomatik kapının mekanik açılma sesiyle
beraber gördükleri ondaki bütün duygularını bir kenara atıp küçük dilini
yutmasına sebep oldu.
Kocaman geniş bir salonda sırayla
dizilmiş kapsüller vardı. Kapsüllerin içi sıvıyla doluydu. Çok kalabalık bir
bilim insanı ekibi etrafta koşuşturuyor, çeşit çeşit insanları bir araya
toplayıp bir şeyler anlatıyorlardı. Salonun ikinci katında cam bir odada elinde
sigarasıyla duran orta yaşlı, gözlerinden adeta zekâ fışkıran, uzun boylu, sarı
tenli, hafif şişman bir adam duruyordu. Gözleriyle tesiste çalışan herkesi tek
tek inceliyordu. Duruşundan ve hareketlerinden buranın yöneticisi olduğu daha
ilk bakışta fark ediliyordu. John içeriye doğru ilerlerken bir ses duyuldu: TÜM
MİSAFİRLERİMİZ LÜTFEN ANA SALONA TOPLANSINLAR. Sesle birlikte salondaki tüm
kapılar açıldı ve içeriye onlarca insan akın etmeye başladı. Anons sesi
tekrardan duyulmaya başladı: PROFESÖR THOMAS KONUŞMA YAPACAK LÜTFEN SESSİZ OLUN.
Profesör elini havaya kaldırdı ve bir
süre kalabalığın sakinleşmesini bekledikten sonra öksürdü. Sayın misafirlerim
öncelikle hepiniz hoş geldiniz. Muhtemelen hepiniz buraya dünyanın farklı ülkelerinden,
farklı iklim bölgelerinden, bambaşka hayatlardan koparılıp neden buraya getirildiğinizi merak
ediyorsunuzdur. Bu soruları sormak hakkınız. O yüzden hemen cevaplıyayım. Şu
anda Amerika Birleşik Devletlerinin Lasvegas eyaletinin sınırlarında bulunuyorsunuz.
Hepiniz buranın adını muhtemelen duymuşsunuzdur. Burası 51. Bölge.
Salonda uğultular yükselmeye başladı, çabuk
bizi bırakın! Bu lanet yerde kalmak istemiyoruz! Uzaylılarla aynı yede kalmak istemiyoruz!
Profesör yine elini kaldırdı.
Misafirlerim az önce uzaylı lafını duydum. Lütfen beni güldürmeyin ne uzaylısı,
o bir şehir efsanesi ve öyle olmaya da devam edecek. Çünkü aptal insanlar burada
gerçekten ne olduğunu öğrenirse başımız belaya girer. Ama size şunu söyleyebilirim
bu tesiste ne oluyorsa insanlık için oluyordur. Ve insanlık bu yaptıklarımız
başarılı olduğunda bize ve size minnettar olacaklar. Şimdi izin verinde burada
ne yaptığımızdan biraz bahsedeyim:
Bizler burada insanları yıllarca özel
kapsüllerde uyutmayı ve daha sonra tekrar uyandırmayı hedefliyoruz. Eğer bu
hedefimize ulaşırsak bir sonraki aşamamız insanları yüzyıllar sürecek olan bir uzay
yolculuğuna göndermek olacak ve orada yeni uygarlıklar kuracağız. Sizlerde bu
muhteşem projenin öncülerisiniz. Kendinizle gurur duymalısınız. Gelelim diğer
bir konuya, neden sizi seçtik? Sizin diğer insanlardan farkınız ne? Bunun
cevabı dostlarım, sizlerin kaybedecek bir şeyinizin olmaması. Ama tabi ki bu
genel bir neden. Özelde hepinizin buraya gelmek için farklı nedenleri var tıpkı
dünyaya gelme amacımızın farklı olması gibi. Ama dediğim gibi hepiniz ortak bir
amaca hizmet ediyorsunuz, o da insanlığın gelişmesi. Dostlarım sizi çok
beklettim. Lütfen şimdi odalarınıza çekilin ve dinlenin. Çünkü yarın tüm
hayatınız değişecek. Hepinize iyi günler.
Salonda yine hoparlörlerden gelen o
ses duyuldu: TÜM MİSAFİRLERİMİZ LÜTFEN GİRİŞTEKİ EKRANLARDAN ODALARINIZI BULUNUZ.
Hoparlörlerden gelen sesi duyan John
girişteki devasa bilgisayar ekranına doğru yaklaştı ve gözleriyle adını aradı.
0-23 numaralı oda 3. kat John Brown.
Odayı bulduktan sonra salondan çıktı ve
koridora doğru ilerledi. Merdivenlerden birkaç kat çıktıktan sonra odasının
bulunduğu kata ulaştı ve odaya girdi. Girdiği anda bir ses:
-Hoş geldiniz Bay John.
John etrafına bakındı ama kimseyi göremedi.
-Boşuna etrafınıza bakmayın Bay John
beni göremezsiniz dedi ses yeniden. Ben sizin bu tesisteki asistanınızım siz
uyutulana kadar size yardımcı olmaya çalışacağım dedi. John yapay zekânın bu kadar geliştiğini hiç
bilmiyordum dedi.
- Teknoloji
çok gelişti efendim.
John haklısın dedi.
- Peki, sana nasıl hitap etmemi istersin?
-Ses: Benim adım X5421378 ama sen
bana kısaca X diyebilirsin.
-Peki, öyle olsun X, peki akşam
yemeği ne zaman söyle bakalım.
- X: 19.30 efendim.
- Teşekkürler X karnım guruldamaya
başlamıştı.
O sırada kapı çaldı. John kapıya baktı.
-Siz miydiniz Bayan April, bende
kimse bana olanları anlatmayacak mı diye endişelenmeye başlamıştım.
-Endişelenmeye lüzum yok Bay John
benimle gelin.
Beraber bahçeye çıktılar. Bahçede bir
banka oturdular.
John neden beni buraya getirdiniz? Siz
kimsiniz? Kimin için çalışıyorsunuz? Bütün
bunlar yasal mı? Gibi sorular sormaya başladı.
April: Bay John lütfen anlatmama izin
verin. Öncelikle bizler Amerikan Hükümeti adına çalışıyoruz. Bu yaptığımız
şeyler de tamamen yasal, fakat gizli. Şimdi neden sizleri seçtiğimiz konusuna gelelim,
sizler yani seçilmişler yaklaşık on yıldır sürekli gözetleniyordunuz, yaptığınız
her hareket yediğiniz her şey kontrol altındaydı. Çünkü sizler bu dünya
üzerindeki en sağlıklı bireylersiniz. Biliyorsunuz çok yakın bir geçmişte
küresel bir salgın atlattık. Sizler bu salgından da başarıyla kurtuldunuz.
- Bütün bunlar ne yani? Ne olmuş sağlıklıysak.
-Size şu şekilde anlatıyım, şu an
dünya nüfusunun yarısı hasta, bunların en başında kanser var, ayrıca geçtiğimiz
yıllar bize şunu öğretti ki, birilerinin canı sıkılınca bir virüs üretip
Dünya’ya salabiliyor. Muhtemelen bu virüs son olmayacak ve bunların arkası
gelecek, biz bilim insanları da buna bir çözüm olarak her milletten, her ırktan
sağlıklı insanları toplayıp kusursuz bir insan nesli oluşturmayı hedefliyoruz
ve sizlere kendi aramızda “arındırılmışlar” diyoruz. Sizler insanların yavaş
yavaş bozulan genlerinden tamamen arındırılmış bulunuyorsunuz.
-Ben anlamadım sağlıklı olduğumuz
için bizi uyutacaksınız öyle mi? Peki sonra ne olacak?
- Olacağı şu sizler yıllar sonra yani
insan nesli tamamen bozulduğunda yeniden uyandırılıp yeni dünyamıza yolculuk yapacaksınız.
-Ne yeni dünya mı o da ne?
- Buda gizli bir bilgi ama söyleyeyim
ARGON -18 ona şimdilik bu ismi verdik.
- ARGON - 18 mi? Dünya’nın geri
kalanı bunu biliyor mu?
-Tabi ki hayır Bayım, gizli bilgi
dedim ya, isterseniz biraz bilgi vereyim. Bizden 28 ışık yılı uzakta. Ona bu
adı çekirdeğinde yoğun miktarda argon gazı olduğu için verdik. Ama merak
etmeyin bizim dünyamıza çok benziyor. Fakat bir takım eksiklikleri var, mesela
hiç bitki örtüsü yok. Bu yüzden robotlarımız birkaç ay içerisinde oraya ulaşıp
bitki örtüsü oluşturmaya başlayacaklar.
- Peki, bu gezegeni ne zaman
buldunuz?
-1996 yılında. O zamandan beri bizden
saklıyor musunuz dedi John.
-Evet, çünkü o zaman bundan tam emin
değildik ve o kadar uzak mesafeye gidecek kadar hızlı uzay gemilerimiz yoktu
ama umarım 50 yıl sonra sizler uyanıp oraya doğru yola çıktığınızda insanlar öğrenmiş
olacaklar.
-Neden böyle yapıyorsunuz? Bu müthiş
bilgiyi insanlardan neden saklıyorsunuz?
-Onlar bu bilgiye henüz hazır değiller,
ama zamanı geldiğinde öğrenecekler merak etmeyin. Aklınıza takılan bir şey var
mı Bay John.
- Peki, siz bizimle neden
gelmiyorsunuz bu en çok sizin hakkınız?
- Bazılarımızın burada kalması
gerekiyor bayım. Sizler insanoğlu için daha iyi bir gelecek kurun diye.
-Bu güzel sohbet için çok
teşekkürler. Öyleyse ben odama geçiyorum
- Rica ederim bayım. Yemeğe geç
kalmayın sakın.
John odasının yolunu tuttu. İçeriye girdiğinde
- X: hiç iyi görünmüyorsun John
rengin sapsarı sana ne oldu, doktor çağırayım mı diye sordu. John ben iyiyim X
sadece bu gün çok şey öğrendim dedi ve başını yastığa koyar koymaz uykuya
daldı.
Ertesi sabah anonsla uyandı.
Hoparlörlerdeki ses herkesin yemekhaneye inmesini söylüyordu. John’ da kalktı
ve aşağı doğru inmeye başladı. Yemekhaneye geldiğinde içerisinin oldukça
kalabalık olduğunu gördü. Herkes sakince oturmuş kahvaltı yapıyordu. Kahvaltı
da mısır gevreği ve süt vardı. John böylesi lüks bir tesisin kendilerine neden
bu basit yemekleri verdiklerini düşündü. Sonra “boş ver biz karnımızı doyuralım
iki gündür açım” dedi kendi kendine.
Yemeğin ortasında Profesör geldi.
- “Hepinize afiyet olsun değerli misafirlerim,
gece nasıldı?” diye sordu. Sözleri havada asılı kalmıştı Profesöre cevap veren olmamıştı.
O da umursamadan konuşmaya devam etti. Misafirlerimiz yemekten sonra sizleri
test odalarına alacağız orada son kontrollerinizi yapıp uyutulacaksınız. İyi günler.
John son kaşığı da ağzına götürürken Bayan
April geldi. Kısa bir öksürükten sonra yemeğini bitirenler koridorun sonundaki
test odalarına geçsinler. John bitmiş olan tabağını boşları toplayan bir
görevliye verdikten sonra test odasına doğru ilerledi. Acaba uyandıktan sonra
dünya nasıl bir yer olacaktı? Bunu anlamanın tek bir yolu vardı o da beklemek.
Dalgın bir şekilde ilerlerken odaya geldiğini fark etti.
İçeride sıra sıra dizilmiş sedyeler vardı
birkaç hemşire ortalıkta geziyor, son kontrolleri yapıyorlardı. John etrafına
bakarken bir hemşire:
- Hoş geldiniz lütfen sedyeye oturun
dedi. John sedyeye oturdu. Hemşire önce kan aldı ve bir makineye koydu. Birkaç
saniye sonra tüm bilgiler bilgisayar ekranındaydı, hemşire durumunuz iyi,
vereceğimiz ilaçlara alerjiniz de yok, artık başlayabiliriz. Çekmeceye eğilip
serum ve iğne çıkardı, canınız biraz yanabilir derken iğneyi çoktan batırmıştı.
John hafif bir hırıltı çıkardı. Hemşire daha sonra koluna serum taktı. Hemşire biraz
dinlendikten sonra ana salona geçin dedikten sonra arkasını dönerek uzaklaştı.
John yalnız kalmıştı gözlerini birkaç dakikalığına kapattı. Birkaç dakika sonra
kalktı ve ana salona doğru ilerledi.
İçerisi kalabalıktı. Profesör Thomas önceki
yerindeydi. Elini kaldırdı: Değerli misafirlerimiz son kontrolleriniz de
yapıldığına göre artık zaman yolculuğuna hazırsınız demektir. Sizlerle
vedalaşmadan önce şunu söyleyeyim: Elli yıl sonraki dünya şimdikinden çok daha
berbat olacak. Ama merak etmeyin sizler daha güzel ve yeni bir Dünya’ya
gideceksiniz Şimdi vakit kaybetmeden sizleri uyutalım.
İçeriye onlarca Hemşire girdi ve
–bilimsel tabirle denekleri- misafirleri kapsüllere koydular. John kapsüle
girdiğinde tedirgindi. Kendisini kapsüle yerleştirmekle görevli olan hemşire oksijen
maskesini uzattığında ciğerlerin derinliklerine doğru eski dünyadan son bir
nefes çekti. Maskeyi taktıktan sonra gözü buğulanmaya başladı ne oluyor diye
sordu. Hemşire uyutuluyorsunuz diye cevap verdikten sonra kapağı kapattı.
İçeriye çeşitli gazlar ve sıvılar dolmaya başladı. Tüm uyutulma işlemleri
bittikten sonra kapsüller özel bir odaya alındılar.
2.BÖLÜM
Sedyede gidiyordu hatıralar gözünde
canlandıkça içindeki merak duygusu artıyordu. Acaba yeni dünya nasıldı? Neler
değişmişti? Dünya daha iyi bir yer mi olmuştu yoksa bulunduğu bataklıkta çırpındıkça
daha fazla mı batmıştı? Tüm bu soruların cevabını yakında alacaktı.
Odaya getirildikten sonra bir yatağa
yatırıldı John.
-Kaç yıl geçti?
-Kırk sekiz efendim.
-Âmâ bana elli yıl demişlerdi, diye
ufak bir sitemde bulundu John.
- Evet, planlara göre öyleydi ancak
gemi beklenilenden daha önce yapıldı ve yakında şirketler arası büyük bir
savaşın çıkacağı düşünülüyor, bu yüzden sizi erken gönderme kararı aldılar dedi
hemşire.
-Peki, bana son elli yılın
belgeselini yâda film benzeri bir şeyini izletir misiniz? Ben yokken nelerin
değiştiğini çok merak ediyorum. Tabi ki hemen açayım diyen hemşire gözlerinden
çıkan belgesel görüntülerini duvara yansıtmaya başladı. Aynı anda John’un
gözleri fal taşı gibi açıldı beş dakikadır kendisiyle konuşan bu kadının robot
olması onu şaşırtmıştı. Gerçi daha uyutulmadan önce de insan şeklinde robotlar
olduğunu hatırlıyordu fakat bu kadar gerçekçi ve mükemmel bir robotu karşısında
görmek onu hayli şaşırtmıştı. Aklını toparladı ve belgesele odaklandı.
Duvardaki ekranda görüntüler kayıyordu.
Arka planda bir erkek sesi konuşuyordu.
Yarım asır önce yaşadığımız küresel salgından birkaç
yıl sonra güzel dünyamız da tükenmeye başlayan sular ve gıda maddeleri
nedeniyle yaşanan ve yüz milyonları öldüren nükleer üçüncü dünya savaşından
sonra dünya yönetim sistemi değişti. Neredeyse insanlık tarihinin başından beri
süregelen devlet yapısı yerini şirketlerin egemenliğine bıraktı. 2000’li
yıllardan sonra hızla büyüyen bazı şirketler yeni yüzyılın ilk çeyreğinde
çıkardıkları virüs ve daha sonrada nükleer savaşla emellerine sonunda ulaştılar
sevgili dostlar. Kurulan bu yeni düzende dünyayı yöneten bu şirketlerin
hepsinin ayrı orduları, kanunları oldu. Ülke vatandaşı kavramı yerini şirket
çalışanına bıraktı. Ülkelerin anayasaları gidip şirket kuralları geldi. İlk zamanlarda
bu şirketler altı ayrı kola ayrılmışlardı; Teknoloji, gıda, temizlik, giyim,
inşaat ve sağlık. Daha sonra bu büyük şirketler parçalanarak daha küçük
parçalara ayrıldılar.
İlk başlarda bu yeni dünya düzeni
insanların hoşuna gidiyordu çünkü yaşam standartları birden artmıştı, işsiz
insan, evsiz kalmamış herkesin bir işi ve evi olmuştu. Fakat şirketlerin
kendilerini kontrol altına aldıklarının henüz farkına varmamışlardı. Ayrıca
insanların her ne kadar maaşları bol olsa da kölelerden pek farkları yoktu.
Zaten şirketlerden aldıkları maaşı yine onlardan ürün alarak onlara iade ediyorlardı.
Onlar bu durumdan rahatsızlıklarını dile her getirişlerinde şirketler topluma
daha fazla baskı uygulamaya başladı.
Ta ki insansı robotlar gelene kadar.
İnsanlardan hiçbir farkı olmayan, onlar kadar mükemmel yapıda olan ve ayrıca
yorulmak bilmeyen bu robotlar insanların işine çok yaradı. Ancak çok pahalı
olduğu için sadece şirketlerdeki orta sınıf bunları alabiliyordu. Onlarda
alabilmek için yıllarını veriyorlardı fakat aldıktan sonra her şey kolay oluyor,
insanlar sadece yarım mesai yapıyor kalan zamanlarında hobileriyle ve
aileleriyle vakit geçiriyorlardı. Olan yine fakirlere olmuştu. Onlar günde 18
saat çalışmaya devam etmek zorundaydılar.
Haftalar ayları, ayları yıllar kovaladı.
Şirketler arasındaki kavgalar ve reklam savaşları hız kesmeden devam ediyordu
dünya yaşanılmaz bir hal almıştı. Doğal kaynaklar tükenmiş küresel ısınmayla,
geriye kalan azıcık buzullar da erimişti. Asit yağmurları hiç olmadığı kadar
artmıştı.İnsanlar arasında her gün yeni bir salgın çıkıyor, bir süre insanlar
öldükten sonra tıpkı yıllar önceki büyük salgında olduğu gibi bir aşı çıkıyor
ve virüs bertaraf ediliyordu. Bu ufak çaplı salgınlar dev şirketlere çift yönlü
kazanç sağlıyordu. Hem 20 milyar insana dayanan dünya nüfusu kısmi olarak
azaltılıyor, hem de aşılar sayesinde para kazanılıyordu.
Dünya üzerinde doğal olan hiçbir
madde kalmamıştı. Son yüzyılın başlarında keşif edilen yapay etin popüler
olmasıyla yapay gıdalar, sektörün her
bir parçasına nüfuz etmişti. İnsanlık 30 yılı aşkın bir süredir kahvaltılarında
gerçek ekmeğini gerçek yumurtasına banamıyordu. Hallerinden memnundular. Çünkü
tadı gerçeğiyle aynıydı fakat içerdikleri maddeler vücutlarını her geçen gün
hasta ediyordu. İnsanların hastalanmasına da ilaç şirketleri seviniyordu. Yani
insanoğlunu sonuna kadar sömürmeyi başarıyorlardı. Tüm bu yaşanılmaz dünyayı
geçtiğimiz aylarda alınan bir haber dünyayı heyecanlandırdı. Eski Amerikan
döneminden bize miras kalan yeni adıyla NASA Keşif Şirketi yeni ve yaşanılabilir
bir dünya bulduklarını açıkladı. Hatta buraya gidecek ilk geminin birkaç hafta
sonra yola çıkacağını açıkladı. İnsanlık tabi ki bu habere çok sevindi. Herkes
yeni gidecekleri yeni gezegende yaşama hayali kuruyor. O güzel günleri iple
çekiyor.
Robot hemşire belgesel bitince odadan
çıktı. O odadan çıktıktan sonra John biraz dinlenmek için kafasını yastığa
koydu.
-------------------------------------
İçerideki bilim adamları tartışıyordu
en yaşlıları olan doksan yaşlarına merdiven dayamış Profesör Thomas konuşmaya
başladı.
-Yıllar önce uyuttuğumuz deneklerin %90’ı
sağlıklı bir şekilde uyanmayı başardı. Argon- 18’e yolculuk için daha neyi
bekliyoruz.
-Sizin de dediğiniz gibi profesör %
90’ı tek uyanabildi ya geriye kalan %10. Peki bu oranı nasıl göz ardı edebiliriz. Ya
büyük yolculukta hepsi ölürse, o zaman 100 yıllık proje boşa mı gitmiş olacak.
- Size katılmıyorum. % 10 İnsanlığı
kurtarabilmek için göz ardı edilebilir bir risk. Bence Thomas’ı dinlemeliyiz.
Her şey hazır, savaş çıkmadan bir an önce göndermeliyiz.
-Peki ya dünyanın geri kalanı. Onlar
ilk gemiden sonra sıranın kendilerine geleceğini zannediyorlar. Haklılar çünkü
onlara böyle söyledik.
-Onların canı cehenneme. Bizler
sadece mükemmel insanları gönderiyoruz. Gönderiyoruz ki orda da bu lanet hayatı
yaşamasınlar. Eğer o insanlar Argon’a
giderlerse oranın dünyadan ne farkı kalır.
- Profesör Thomas yüksek sesle: lütfen sessiz
olun oylama yapacağız. Ancak iki farklı oylama yapılacak:
Birincisi yolculuğun hangi tarihte olacağı.
İkincisi de uyanan bazı hastaların tekrar dünyayı görmek istemeleri. Onların
dış dünyayı tekrardan görmesine izin verecek miyiz yoksa direk uzaya mı
yollayacağız? Bu iki konuyu oylamaya sunuyorum. Birinci oylama için lütfen el
kaldırın.
Eller 10’a 8 oyla yakın tarihte
gönderilmesi yönünde çıktı. Bilim adamları bir hafta içinde göndermekte anlaştılar.
Profesör: Lütfen ikinci oylama için
el kaldıralım dedi.
Sonuç bu sefer 9’a 9’du. Jüri ufak
bir tartışmadan sonra özel kıyafetle ve korumalarla dünyada hiçbir şey yememek
şartıyla bir hafta boyunca dışarı çıkmaları yönünde karar verdi.
--------------------------------------------------------
John başını yastıktan kaldırdı. Odadaki
hemşireye ne zaman çıkabilirim diye sorunca aldığı cevapla yüzü güldü. Hemşire
hemen çıkabilirsiniz dedi. Sedyeden indi ve odadan çıktı. Koridorlarda yürümeye
başladı. Bina değişmemişti, sadece ufak tefek yenilikler yapılmıştı. Karnı
guruldayınca nereye gitmesi gerektiğini anladı.
Yemekhanedeki yemek önüne geldiğinde
ilk başta çok sevindi çünkü tabağında koca bir biftek vardı. Âmâ aklına gelen
düşünce sevincini böldü. Ya bu et belgeselde gördüğü sahte yemeklerdense. Hemen
aşçıya sordu kafasındakini. Aşçı: Bunlar gayet doğal et, sizler için özel
yetiştirilen ineklerden elde edildi. Aldığı cevap neşesini geri getirmişti.
Hemen masaya oturup huzur içinde yemeğini yedi.
Yemek yerken yemekhanedeki ekranda
bir yazı belirdi. “LÜTFEN BÜTÜN DENEKLER 4.KATTAKİ KIYAFET ODALARINA GELSİNLER”
yazıyı gören John kıyafet odasına doğru ilerledi. Kıyafet odasına vardığında
ona gösterilen bölüme girmesi söylendi John heyecanlanmıştı. Ne için buraya
çağırıldığından bihaberdi. İçerideki hemşire kendisine ilginç bir elbise, ayakkabı
ve kask verdi. John hemşireye: Bu ilginç kıyafetlerin kendisine neden
verildiğini sordu. Hemşire dışarısı sizin için güvenli değil Bayım, bu nedenle
sizi dış dünyaya bu kıyafetlerle göndermek mecburiyetindeyiz dedi. John başını
salladıktan sonra karşıda bulunan giyinme kabinlerinden birine girdi.
Kıyafetlerini giydikten sonra göz ucuyla aynaya baktı. Komik görünüyordu doğrusu.
Acaba sokaktaki insanlar kendisini bu halde görseler ne derlerdi. Odadan çaktıktan
sonra hemşire: Çok yakışmış Bayım artık gitmeye hazırsınız dedi. John sırıttı.
Odadan çıktıktan sonra koridorlarda bir süre dolaşmaya başladı. Yanında yürüyen
ve kendisi gibi giyinen genç, alımlı, sarışın bir kadına,
- Beraber gezelim mi şehri, dedi.
-Kadın memnun olurum dedi yüzündeki memnun
ifadeyle.
-Öyleyse gidelim.
Tesisin dışına ilk adım attıklarında açıkçası
John bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi uçan arabalar göreceğini zannediyordu.
Ama gerçek hayal dünyasından farklıydı. Her yerde eskisi gibi tekerlekli otomobiller
vardı. Yanımdakine sorayım diye düşündü. Bayan… Birden yanındaki kadının adını
sormayı unuttuğunu fark etti.
- Adınız neydi acaba?
-Adım Susan. Sizinki ne?
-Benim adım John.
-Söyler misin? Susan. Arabalar neden
hala eskisi gibi?
-Bu konuda hiçbir fikrim yok John.
Ama istersen birisine sorabiliriz.
-İyi olur bak şurada park var
istersen beraber oraya gidebiliriz.
-Tamam, hadi gidelim.
Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardılar.
Girişte bir meşe ağacının altındaki bankta pinekleyen yaşlı bir adamın yanına
oturdular.
-John Susan’dan önce konuştu.
-Af edersiniz bayım acaba sizinle
biraz sohbet edebilir miyiz?
Yaşlı adam birden irkildi karşısında
ilginç kıyafetli iki kişiyi görmek onu şaşırtmıştı. Ama nedenini sormadı.
-Buyurun ne sormuştunuz.
John tekrardan konuştu.
-Efendim son yıllarda teknoloji
gelişmesine rağmen arabalar neden hiç değişmedi?
-Bunu bana neden soruyorsun genç
adam.
-Çünkü bilmiyorum efendim bizi bu
konuda aydınlatırsanız eğer çok sevinirim.
-Peki anlatayım. Nerden anlatmamı
istersiniz?
-Büyük salgından sonrasını efendim.
-Tamam, oradan başlayalım. O zamanlar
siz yoktunuz bilemezsiniz. Çok zengin ve dahi bir adam vardı. Bu adam devrin
ilk elektrikli otomobil fabrikası kurdu. Normalde benzinle çalışan arabalar
üretilirdi fakat bu adam ilk defa tamamen elektrikli araçlar üreten bir fabrika
açmıştı. Şirketin adı yanlış hatırlamıyorsam
TESLA’ydı. TESLA şirketi daha önce var olmayan teknolojilere sahip arabalar
yapmakla meşhurdu. Hatta o zamanlar bir devrim niteliğinde olan sürücüsüz araba
teknolojisini ilk defa seri üretime geçiren şirketti. TESLA araçları ilk çıktığında
diğer araba modellerinde olmayan geniş ekranlı bilgisayarlar koymaya başladı.
Otomobil sektöründeki bu yeni gelişmeler ilk yıllarda insanların çok hoşuna
gidiyordu fakat ilerleyen yılarda insanlar sıkılmaya başladı. Her an her yerde
takip ve kontrol edilme hissi insanları korkutmaya başlamıştı. Artık içerisinde
hiçbir teknoloji olmayan eski tip arabalar istediler. Bunu gören şirketler de
bu şekilde arabalar üretmeye karar verdiler. İşte böyle gençler. Gelecek hayal
edilen gibi olmadı. Oysa daha sizler yokken çekilen bilim kurgu filmlerinde hep
uçan arabalar vardı.
Sizi çok sıktım değil mi gençler.
Kusura bakmayın çok uzun süredir kimse ile muhabbet etmemiştim. Yaşlılık çok
zor. Sizinle karşılaşmak iyi oldu. Çok teşekkür ederim.
-Ne demek biz teşekkür ederiz. Dedi Susan.
John göz işaretiyle Susan’a
kalkmasını söyledi. Beraber parkın dışına çıkıp caddelerde yürümeye başladılar.
Arabalar değişmemişti ama şehir çok değişmişti. Bir zamanlar uzunluk rekorunu
kıran Burj Khalifa şimdiki gökdelenlerin yanında cüce kalırdı. Anlaşılan geçen
yıllar mimaride büyük değişimlere yol açmıştı. Sokaklarda çok fazla insan
olmaması ilk Susan’ın dikkatini çekti.
-John neden etrafta eskiye göre daha
az insan var.
-Bilmiyorum Susan şu gence soralım.
Hey! Dostum bakar mısın? Bütün
insanlar nerde acaba?
Karşılarındaki genç sorulan soruya
şaşırmıştı. Birkaç saniye donuk gözlerle John ve Susan’a baktıktan sonra
cevapladı. Sizler uzaydan mı geldiniz yoksa. Ayrıca bu kıyafetler de nedir?
John ne cevap vereceğini bilemedi.
Her şeyi nasıl açıklayacaktı. John’un kararsız halini gören Susan olaya el
koydu.
-Dostum sen sorumuza cevapla millet
nereye kayboldu onun cevabını ver.
Peki, kızmayın dedi genç. İnsanlar
yer altında. Burada gördüğünüz şehrin sadece bir kısmı. Bunun on katı yerin
altında yaşıyor. Peki, neden böyle yaptınız dedi John. Genç umursamaz bir
tavırla ne yapsaydık peki, başka yer mi kaldı. Dağlar, taşlar insanlarla
dolunca biz de yerin altına doğru yerleşmeye başladık. Siz uzaydan mı geldiniz?
Bana bu saçma soruları neden soruyorsunuz? Susan uzaydan gelmedik ama oraya gideceğiz
dedi mırıldanarak. Ne uzaya mı gideceksiniz demek onlar sizsiniz ha Argon -18 e
gidecek olanlar. John Şist! Kimseye bundan bahsetme dedi John. Cevabımızı
aldık. Sana teşekkür ederiz. Gidebilirsin. John’un ani çıkışı genci ürküttü.
Hızla yanlarından uzaklaştı.
- Garip dedi Susan. İnsanlar göklere
taşınır zannetmiştim ama tam tersi olmuş. Yerin altına yerleşim kurmuşlar.
- Bende öyle düşünmüştüm ama gelecek
bilim kurgu filmlerimizden çok farklı olmuş. Galiba bilim kurgu filmlerinde
genelde geleceğin teknolojik tarafı anlatıldığı için bizler gelecek dünyayı süper,
muhteşem ve teknolojik bir dünya olarak hayal etmiştik zihnimizde.
- Evet, dünya teknolojik olarak çok
ilerlemiş ama bir o kadarda berbat, sağlıksız eve yaşanılmaz bir hal almış.
Hava solunacak gibi değil, güneş eskisi gibi sağlıklı değil, Ozon tabakasının
delinmesi ile ölüm getiriyor. Bunun için yeni bir dünya arayışına girdiler John.
- Acaba bu yeni gezegen bulunmasaydı ne olurdu
gerçekten merak ediyorum Susan.
- Bence insanlık bir asır kadar yaşar sonrada
yok olur giderdi çünkü bizlere emanet edilen doğayı koruyamadık.
- Çok haklısın. Hatta o kadar bile dayanamayabilir.
Bunu kendimize biz yaptık. Sanayi devriminden sonra dünya tüm hayatı boyunca olmadığı
kadar yıprandı. Eskiden insanoğlu doğaya hâkimdi, daha sonra bu tam tersi oldu.
Bu durum ilk başta insanların hoşuna
gitti. Ama geçen zaman bize gösterdi ki insanoğlunun hayatta kalabilmesi için
doğanın bizim efendimiz olması gerekiyor. Yoksa işte böyle oluyor.
- Evet John. Ama şuradaki A.V.M çok
güzel görünüyor bir bakalım mı?
- Olur gidelim.
İçeriye girdiler. İçerisi geniş bir
alana sahipti, her tarafta vitrinler vardı elli yıl öncesine göre pek de bir
şey değişmemişti. Tek fark mağaza görevlilerinin robot olmasıydı. İçerisi kalabalıktı.
Çoğunluk kadındı. John
-
Anlaşılan
geçen yarım asırlık süre kadınların huylarını pek değiştirmemiş.
Susan güldü.
- Tabi ki değişmez John bu hep böyleydi ve böyle olmaya devam edecek.
-Şimdi bizde bu kaideyi bozmayalım ve birkaç parça eşya alalım.
-İyide bizim paramız yok ki.
-Doğru söylüyorsun John şirketi
arayalım.
-Tamam. Buraya gelirken hemşire acil durumlarda
şirkete ulaşmak için kolunuzdaki telefonu kullanın demişti. Ben arayayım.
John şirketi aradı. Telefona bir
robot çıktı. Denek numaranızı söyleyin dedi robot
-John: denek 0-23
-Sorun nedir Bay John?
Biz denek 0-47 ile birlikteyiz ve
alışveriş yapmak istiyoruz ama paramız yok.
Robot sakince cevap verdi.
- Burada para yok efendim. Para
kullanımı yıllar öncesinde kaldı. Siz alışverişinizi yapın, Şirketin adını ve
denek numaralarınızı söyleyin. Şirket ödemelerinizi yapacaktır.
Telefon kapandı. John bir süre
şaşkınlık yaşadı.
-Para yok mu? Nasıl olmaz .
-Susan hadi boş ver parayı da, biraz
elbise bak. Belki ARGON soğuktur ha ne dersin?
John güldü. Pekâlâ, hadi bir şeyler alalım.
Madem şirket ödeyecek o zaman dilediğimiz gibi alışveriş yapabiliriz.
Yaklaşık bir saat sonra elleri dolu
bir şekilde kasaya yanaştılar. Şirket adını ve denek numaralarını söylediler.
Tam çıkarken John arkasını dönüp kasadaki bayana
-Pardon size bir şey sorabilir miyim?
-Buyurun.
-Acaba bize
insanların artık neden para kullanmadıklarını anlattır mısınız rica etsem?
- Tabi ki.
Dünya düzeni şirketlerin lehine döndükten sonra, yani şirket devriminden sonra
şirketler insanlara her aybaşı maaş vermek yerine ay boyunca bedava alış veriş yapma
hakkı verdi. Tabi ki ay sonunda maaşlarından kesmek şartıyla. Bu şekilde herkes
dilediğini, alabiliyordu böylece kimse gereksiz para işlemleriyle uğraşmak
zorunda kalmıyordu. Zaten aldıkları şeyler yine şirketlere ait olduğu için para
yine onlarda kalıyordu.
-İyide kimse
para kazanmıyorsa şirketler ve çalışanlar ne için var. Yani bu dünyada kimse
para kazanmıyor mu?
- Kazanmaz
olur mu? Ama sadece altı kişi. Bunlar altı şirketin yöneticileri. Onların
dışındaki herkes zaten şirket çalışanı olduğu için standart sistemle alışveriş
yapıyorlar.
- Anladık çok
teşekkür ederiz sağ olun dedi Susan. Tekrardan sokaklara çıktılar. John
-Amma
alışveriş yaptık. Umarım yeni gezegene götürmemize izin verirler yoksa yazık
olacak bunca elbiseye.
-Baya
yorulduk. Tesise gidelim mi?
-Olur.
Tesise
vardıklarında herkesin gelmiş olduğunu gördüler. Yemeklerini yedikten sonra
uyudular.
John ertesi
sabah yağmurun sesiyle uyandı.
-Günaydın John
bu gece iyi bir uyku çektin. Kalp atışların normaldi.
-Sana da
günaydın X. Sen gece uykumu mu analiz ettin. Ama ben senden böyle bir şey
istememiştim.
-Bu benim işim
John. Sen istesen de istemesen de bunu yapacağım.
-Peki, patron
sensin. Saat kaç X.
- 8.30
- Kahvaltı
kaçtaydı?
- 8.45
John hazırlandı ve bahçeye çıktı.
Hava bulutluydu. Yağmur çiseliyordu. John kendi kendine yağmur görmeyeli baya
zaman oldu dedi. Birden ayak sesleri duydu. Gelen Susan’dı. Sen miydin gelen
hoş geldin dedi John. Bak yağmur yağıyor beraber izleyebiliriz.
-Belki daha sonra çünkü karnım aç ben
kahvaltıya gidiyorum.
-Bekle beni
de.
John ve Susan
yemek yerken birden alarm çalmaya başladı DİKKAT DEPREM! DEPREME SON 30 SANİYE!
LÜTFEN SIĞINAKLARA KOŞUN!
John ve Susan
bir anda ayağı fırladılar ve hızla sığınağa doğru koşmaya başladılar.
Görevliler sığınağın girişinde onları içeri aldılar ve sakin bir köşede
oturmalarını söylediler.
Susan’ın korkudan rengi sararmıştı.
-Daha önce hiç
deprem görmedin mi Susan?
-Hayır, ilk defa bir depreme şahit
olacağım.
Birkaç saniye sonra deprem başladı.
Çok sarsıntılıydı. Sığınakta hafif çığlıklar duyuluyordu. Görevliler herkese
sakin olmalarını, bu sığınağın her depreme dayanacağını söylüyorlardı. John Susan’ın
titrediğini görünce ona sarıldı. Geçecek Susan az kaldı dayan birazcık.
Yaklaşık 30 saniye süren deprem
durdu. Görevliler emir gelene kadar lütfen yerlerinizde kalın diye bağırmakla
meşguldü.
-Bak geçti Susan rahatla. Biraz daha
iyi oldun mu?
-Tamam, iyiyim ben.
Hoparlörlerden ses duyuldu. TEHLİKE
GEÇTİ. LÜTFEN SIĞINAKLARDAN ÇIKIN!
Kapılar açıldı. John ve Susan dışarı çıktılar.
Tesiste hiçbir zarar yoktu. Yemekhaneye geçip Kahvaltılarına devam ettiler.
------------------------------------------
Toplantı odasında sesler yükseliyordu.
Doktor David :
-Depremler nükleer bombalardan dolayı
oldu. İki gün önce başlayan savaşta VENAS ŞİRKETİ ve EGOS ŞİRKETİ birbirlerine
nükleer bomba atmaya başladılar bu da tektonik depremlere neden oldu. Savaş
tehlikeli boyutlara ulaştı. Deneklerin bir an önce yola çıkmasını talep
ediyorum.
-Doktor David haklı. Zaten bütün
hazırlıklar tamamlandı. Bu iş daha fazla uzamasın. Yoksa her şey boşa gitmiş
olur.
Profesör Thomas söz aldı. Tamam, o
zaman bir an önce gönderme çalışmalarına başlayalım.
------------
John ve Susan yemekten sonra bahçeye çıktılar.
Ağaçların arasında dolaşırken Susan birden John’a ağaçların isimlerini sordu.
John ağaçlarla aram pek yoktur ama ilerde birisini görürsek sorarım dedi. Bir
kaç yüz metre ilerledikten sonra bir tesis çalışanına denk geldiler. Susan
hemen atıldı: Bayım bu ağaçların isimleri nedir acaba çok güzel görünüyorlar.
Adam cevapladı.
-Bunların adı begonya. Yâda daha
doğrusu onların taklidi.
- Nasıl yani
şimdi bu gördüğümüz ağaçların hiçbiri gerçek değil mi? Dedi John. Adam güldü.
- Haklısınız
şaşırmakta nede olsa uzun zamandır yoktunuz. Şöyle anlatayım siz uyutulduktan
yaklaşık 15 - 20 yıl kadar sonra dünyadaki ağaçlar hızla tükenmeye başladı.
Çünkü sanayileşme, nüfus, binalar ve benzeri unsurlar ağaçların yaşamasına izin
vermiyordu. Ama siz de bilirsiniz ki ağaçlar karbondioksiti oksijene çevirir ve
bu şekilde dünyayı temizler. Ağaçlar kesilince insanlar yüksek oranda hava
kirliliklerine maruz kaldılar. Çözüm olarak ta ağaçlarla aynı işi yapan bir
ürün buldular. Ve her yere bu ürünü yerleştirdiler. Parklara ve bahçelere de bu
görmüş olduğunuz sahte ağaçlardan diktiler ki insanların gözleri ağaç görsün.
-Nasıl yani
dünyada hiç ağaç yok mu şimdi?
-Tabi ki de var ama sayıları yok
denebilecek kadar az.
Tam o sırada tesisten gelen anons
sesi konuşmalarını böldü. LÜTFEN TÜM DENEKLER TEST ODASINA.
-
John
neden biz test odasına çağırıyorlar ki? Daha uçuşa çok var. Görevli John’un sorusunu:
-
Galiba
artık çok yok diye cevapladı. Susan
-
Haydi,
gidelim de öğrenelim dedi.
Koşar adımlarla tesise ulaşıp test
odasının yolunu tuttular. John koridorda ilerlerken bir hemşireyi durdurup
neden test odasına çağırıldıklarını sordu. Hemşire
-
Çünkü
iki saat sonra gidiyorsunuz diye cevap verdi.
-
Ne! İki saat sonra mı? Âmâ bize bir hafta kalacağımız
söylenmişti. Neden şimdi gidiyoruz anlamadım.
-Çünkü savaş
başladı ve taraflar birbirlerine nükleer bomba atmaya başladı sizi bir an önce
yollamamız gerekiyor.
-Tamam, o zaman test yaptıralım.
Hızlı adımlarla test odasına gittiler.
Telaşlıydılar ama neden telaş ettiklerini kendilerinde bilmiyorlardı. Galiba
tesiste yaşanan koşuşturmadan etkilenmişlerdi. Odaya vardıklarında tıpkı 50 yıl
önce olduğu gibi birkaç basit teste maruz kaldılar. Daha sonra ana salona geçtiler.
Denekler yine salona toplanmıştı. Profesör Thomas her zamanki yerini çoktan almıştı
bile. Ama bu sefer 50 yıl yaşlıydı. John Profesörü orada görünce aklına
uyutulmadan önceki hali geldi. Dünya o zaman ne kadar da farklıydı, o zamanlar
dünyanın çok kötü bir yer haline geldiği söylenirdi. Bu sözleri söyleyenler
geleceği görselerdi muhtemelen sözlerini geri alırlardı diye düşündü, John bu
düşünceler arasında dolaşırken Profesör konuşmaya başladı.
-
Dostlarım,
biliyorsunuz ki sizleri yaklaşık bir hafta sonra göndermeyi planlıyorduk ancak
beklenmeyen olaylar yaşandı. Şirketler arasında yeni çıkan nükleer savaş tehlikeli
boyutlara ulaştı. Muhtemelen sizleri yolladıktan kısa süre sonra dünya diye birey
olmayacak. Çünkü bu savaşın sonu kesin bir yok oluş gibi görünüyor. Âmâ neyse ki
bu proje sayesinde insanlık ağacı başka diyarlarda da meyve verecek. Şimdi
hepinize iyi yolculuklar diliyorum. Tanrı yardımcınız olsun.
Salondaki
kapsüllerin kapıları açıldı. Hemşireler denekleri kapsülleri yerleştirmeye başladılar.
John gözleriyle Susan’ı aradı. Birkaç saniye sonra buldu. Hızla yanına yaklaştı.
-Demek buradaydın
Susan. Seni bulmak iyi oldu.
-Bende seni
arıyordum John. Gel de vedalaşalım.
İki arkadaş
sarıldılar.
-Orda
görüşürüz John.
-Görüşürüz Susan.
Vedalaştıktan sonra ayrıldılar ve
kapsüllere bindiler. John uyutulmadan önce hemşireye bu seferki ne kadar
sürecek diye sordu. Hemşire tahmini 14 yıl dedi. John maskeyi ağzına koyduktan
sonra uykuya daldı. Az sonra Profesör Thomas kapsülleri uzay mekiğine yüklemelerini
söyledi.
Uzay mekiği insanlık tarihinde
yapılmış en büyük ve en hızlı gemi olma unvanının sahibiydi. Üç binin üzerindeki
deneklerin tüm ihtiyaç ve ekipmanları içerisinde barındırıyordu. Büyüklüğü çoğu
insanı dehşete düşürecek nitelikteydi. Geminin yolculuğu on dört yıl sürecekti.
Maalesef geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacak olan bu geminin adı HOPE’du.
Bu adı insanlığın tek umudu olduğu için vermişlerdi. HOPE’ta son hazırlılar yapılmaktaydı.
Hazırlıkların bittiği Profesöre söylenince fırlatma için geri sayım emrini verdi.
Yeni gezegenin yolcuları yeni evlerine doğru yola çıkıyordu. Tesisin yönetici
ekibi de uzay gemisinin fırlatışını izlemek için camlara yaklaşmıştı. Profesör Thomas:
-Umarım emeklerimiz boşa gitmez.
-Size
katılıyorum Profesör. Eğer bu proje başarıyla bitmezse insanlık diye bir şey
çok yakında kalmayacak.
Bilim adamları
camdan bakarken geri sayım çoktan ilk yirmi saniyeyi geride bırakmıştı.
Son 10, 9,8,7,6,5,4,3,2,1
ve mekik fırlatılıyor! Dedi hoparlörlerdeki ses.
HOPE uzun bir yolculuğa
çıkmıştı. Arkasında yok olmak üzere olan bir dünya bırakarak…
-SON-
Yorumlar
Yorum Gönder