Ana içeriğe atla

UMUDA YOLCULUK(Bilim Kurgu Hikayesi )

 

UMUDA YOLCULUK

 

John gözlerini açtı. Beyni karıncalanıyordu. Uzaklardan sesler geliyordu.

- Denek 0-23 gözlerini açtı.

-Durumu stabil.

-Nabız normal. Uyandırabiliriz efendim.

-Onay verildi 0-23’ü uyandırın.

Kapsüldeki hava boşalmaya başladı. Kapak açıldı.

Günaydın John dedi Doktor David.  50 yıllık uykundan günaydın.

Sana da günaydın dedi John. Sersem bir şekilde. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Kendisine John diye seslenmeseler adının ne olduğunu bile bilemeyecekti. Doktor David asistanlara “onu gözlem odasına alın” dedi. John gözlerini kapadı.

Gözlerini tekrar açtığında sedyedeydi. Gözlem odasına doğru götürülüyordu. Yanında beyaz önlüklü dört kişi daha vardı. Galiba hemşire olmalılar diye düşündü. Oysaki hasta falan değildi. Hatta çok sağlıklıydı, zaten o gün kendisini bunun için aradıklarını söylememişler miydi?   Yüzü acı bir şekilde buruştu, evet işte o günü hatırlamıştı sonunda, burasının neresi olduğunu ve neden burada olduğunu çözmüştü.

Pandemi yeni bitmişti. Yıllarca devletleri, milletleri zor durumda bırakan Covid- 19 aşısının bulunması ve herkese yapılmasıyla üç yılın sonunda nihayet bitmişti. Birçok insan ailesini, sevdiklerini kaybetmişti. John’ un büyük kızı ve eşi de onlardan biriydi ilk zamanlarda virüsten iyi saklanmışlar fakat daha sonra virüsün defalarca mutasyon geçirmesi ve ölümcüllüğünün artması ile kendilerini ölümün kollarında bulmuşlardı. John’un büyük kızı fazla dayanamamış hemen ölmüştü, ama eşi çok direnmişti, aylarca yoğun bakımda kalmış ve nihayet kızının yanına gitmişti. Ailesini kaybetmesi onun ruh dünyasında berbat bir etki bırakmıştı Hiç kimse iç dünyasında kopan fırtınalardan haberdar değildi, neredeyse kendini bu hayatta fazla görüp canına kıyacaktı . Ama hayatta kalmak için hala bir sebebi vardı: küçük kızı Mia.  Mavi gözleriyle John’a her baktığında John sanki yeniden doğuyordu. Onu hayattaki her şeyden çok seviyordu. Küçük kız annesini kaybettiği için annelik yapmakta John’a kalmıştı. Kızını her gün okula götürüyor, derslerine elinden geldiğince yardım ediyordu. Birkaç yıl her şey çok güzel gitmişti. Ama sonra bir gün bir kaza geçirdiler. John hafif atlatmıştı ama ne yazık ki küçük Mia onun kadar şanslı değildi.

Mezarda ağlarken John çok düşünmüştü hayat neden bu kadar acımasız diye. Neden kahrolası hayat bütün sevdiklerini ondan almıştı, suçu neydi onun. Bütün bunları düşünürken telefonu çaldı John’un ilk başta açmadı ama defalarca çalınca bakmak zorunda kaldı. Telefonun diğer ucundan genç bir bayan sesi geliyordu

-İyi günler Bay John. Başınız sağ olsun. Kızınız için üzgünüm.

-Siz kimsiniz ve benden ne istiyorsunuz?

Karşıdaki ses: Bunu size telefonda söyleyemem Bay John, ancak şu kadarını söyleyeyim bu hayatınızdan kurtulacağınıza teminat veririm. Nasıl yani diye sordu John. Bayım birazdan mezarlığın girişine bir araç yaklaşacak eğer ona binerseniz tüm sorularınızın cevabını alacaksınız dedi bayan.

 -Peki, öyle olsun dediklerinizi yapacağım.

-Memnun olurum bayım.

 John  son defa arkasına bakıp:

- Görüşürüz sevgili Mia, baban seni seviyor dedikten sonra yaşlı gözlerle çıkışa doğru yürüdü.

Az sonra siyah bir Lincoln  girişe yaklaştı içinden takım elbiseli bir adam indi.

-İyi günler Bay John lütfen bizimle gelin.

 John arabaya bindi. Az sonra havaalanına gelmişlerdi. İçeri girip özel bir jetin yanına yaklaştılar. John böyle bir şey beklemiyordu o FBI ya da CIA merkezine gideceklerini zannetmişti ama durum hiçte öyle değildi.

Uçağa bindiler. İki saatlik kısa bir uçuştan sonra tekrardan bir arabaya bindiler ama bu sefer arabanın ön kısmı arka kısmından cam bir panelle ayrılıyordu ve camları siyahtı. John dışarıyı göremiyordu artık. Şoföre seslendi ama cevap veren olmadı. Araba harekete geçti yarım saat kadar gittikten sonra araba kapalı bir otoparka girdi. Şoför kapıyı açtı beni takip edin dedi, soğuk bir sesle. John endişelenmeye başlamıştı avuç içleri hafif hafif terlemeye başlamıştı yaptığı şeyin yasal olmamasından korkuyordu. Çünkü eğer yasal değilse sert Amerikan yasalarının elinden çekeceği vardı.

İlerlediler ve bir asansöre bindiler birkaç kat çıktıktan sonra onları beyaz önlüklü, kızıl saçlı gözlüklü bir bayan karşıladı.

-Tesisimize hoş geldiniz Bay John. Benim adım April.

 John bu sesi tanımıştı. Kendisini mezarlıkta arayan kadındı bu. Lütfen rahatlayın, emin ellerdesiniz dedi. Bu güven sözleri John’a hiçte inandırıcı gelmedi ama yine de kadını takip etti. Kızıl saçlı kadın önde John arkada bir süre koridorlardan geçtiler ve nihayet ana salona vardılar. John hem sıkılmış hem korkmuştu, ama otomatik kapının mekanik açılma sesiyle beraber gördükleri ondaki bütün duygularını bir kenara atıp küçük dilini yutmasına sebep oldu.

Kocaman geniş bir salonda sırayla dizilmiş kapsüller vardı. Kapsüllerin içi sıvıyla doluydu. Çok kalabalık bir bilim insanı ekibi etrafta koşuşturuyor, çeşit çeşit insanları bir araya toplayıp bir şeyler anlatıyorlardı. Salonun ikinci katında cam bir odada elinde sigarasıyla duran orta yaşlı, gözlerinden adeta zekâ fışkıran, uzun boylu, sarı tenli, hafif şişman bir adam duruyordu. Gözleriyle tesiste çalışan herkesi tek tek inceliyordu. Duruşundan ve hareketlerinden buranın yöneticisi olduğu daha ilk bakışta fark ediliyordu. John içeriye doğru ilerlerken bir ses duyuldu: TÜM MİSAFİRLERİMİZ LÜTFEN ANA SALONA TOPLANSINLAR. Sesle birlikte salondaki tüm kapılar açıldı ve içeriye onlarca insan akın etmeye başladı. Anons sesi tekrardan duyulmaya başladı: PROFESÖR THOMAS KONUŞMA YAPACAK LÜTFEN SESSİZ OLUN.

Profesör elini havaya kaldırdı ve bir süre kalabalığın sakinleşmesini bekledikten sonra öksürdü. Sayın misafirlerim öncelikle hepiniz hoş geldiniz. Muhtemelen hepiniz buraya dünyanın farklı ülkelerinden, farklı iklim bölgelerinden, bambaşka hayatlardan koparılıp  neden buraya getirildiğinizi merak ediyorsunuzdur. Bu soruları sormak hakkınız. O yüzden hemen cevaplıyayım. Şu anda Amerika Birleşik Devletlerinin Lasvegas eyaletinin sınırlarında bulunuyorsunuz. Hepiniz buranın adını muhtemelen duymuşsunuzdur. Burası 51. Bölge.

 Salonda uğultular yükselmeye başladı, çabuk bizi bırakın! Bu lanet yerde kalmak istemiyoruz! Uzaylılarla aynı yede kalmak istemiyoruz!

Profesör yine elini kaldırdı. Misafirlerim az önce uzaylı lafını duydum. Lütfen beni güldürmeyin ne uzaylısı, o bir şehir efsanesi ve öyle olmaya da devam edecek. Çünkü aptal insanlar burada gerçekten ne olduğunu öğrenirse başımız belaya girer. Ama size şunu söyleyebilirim bu tesiste ne oluyorsa insanlık için oluyordur. Ve insanlık bu yaptıklarımız başarılı olduğunda bize ve size minnettar olacaklar. Şimdi izin verinde burada ne yaptığımızdan biraz bahsedeyim:

 Bizler burada insanları yıllarca özel kapsüllerde uyutmayı ve daha sonra tekrar uyandırmayı hedefliyoruz. Eğer bu hedefimize ulaşırsak bir sonraki aşamamız insanları yüzyıllar sürecek olan bir uzay yolculuğuna göndermek olacak ve orada yeni uygarlıklar kuracağız. Sizlerde bu muhteşem projenin öncülerisiniz. Kendinizle gurur duymalısınız. Gelelim diğer bir konuya, neden sizi seçtik? Sizin diğer insanlardan farkınız ne? Bunun cevabı dostlarım, sizlerin kaybedecek bir şeyinizin olmaması. Ama tabi ki bu genel bir neden. Özelde hepinizin buraya gelmek için farklı nedenleri var tıpkı dünyaya gelme amacımızın farklı olması gibi. Ama dediğim gibi hepiniz ortak bir amaca hizmet ediyorsunuz, o da insanlığın gelişmesi. Dostlarım sizi çok beklettim. Lütfen şimdi odalarınıza çekilin ve dinlenin. Çünkü yarın tüm hayatınız değişecek. Hepinize iyi günler.

Salonda yine hoparlörlerden gelen o ses duyuldu: TÜM MİSAFİRLERİMİZ LÜTFEN GİRİŞTEKİ EKRANLARDAN ODALARINIZI BULUNUZ.

Hoparlörlerden gelen sesi duyan John girişteki devasa bilgisayar ekranına doğru yaklaştı ve gözleriyle adını aradı.

 0-23 numaralı oda 3. kat John Brown.

 Odayı bulduktan sonra salondan çıktı ve koridora doğru ilerledi. Merdivenlerden birkaç kat çıktıktan sonra odasının bulunduğu kata ulaştı ve odaya girdi. Girdiği anda bir ses:

 -Hoş geldiniz Bay John.

 John etrafına bakındı ama kimseyi göremedi.

-Boşuna etrafınıza bakmayın Bay John beni göremezsiniz dedi ses yeniden. Ben sizin bu tesisteki asistanınızım siz uyutulana kadar size yardımcı olmaya çalışacağım dedi.  John yapay zekânın bu kadar geliştiğini hiç bilmiyordum dedi.

-   Teknoloji çok gelişti efendim.

 John haklısın dedi.

- Peki, sana nasıl hitap etmemi istersin?

-Ses: Benim adım X5421378 ama sen bana kısaca X diyebilirsin.

-Peki, öyle olsun X, peki akşam yemeği ne zaman söyle bakalım.

- X: 19.30 efendim.

- Teşekkürler X karnım guruldamaya başlamıştı.

 O sırada kapı çaldı. John kapıya baktı.

-Siz miydiniz Bayan April, bende kimse bana olanları anlatmayacak mı diye endişelenmeye başlamıştım.

-Endişelenmeye lüzum yok Bay John benimle gelin.

Beraber bahçeye çıktılar. Bahçede bir banka oturdular.

 John neden beni buraya getirdiniz? Siz kimsiniz? Kimin için çalışıyorsunuz?  Bütün bunlar yasal mı? Gibi sorular sormaya başladı.

April: Bay John lütfen anlatmama izin verin. Öncelikle bizler Amerikan Hükümeti adına çalışıyoruz. Bu yaptığımız şeyler de tamamen yasal, fakat gizli. Şimdi neden sizleri seçtiğimiz konusuna gelelim, sizler yani seçilmişler yaklaşık on yıldır sürekli gözetleniyordunuz, yaptığınız her hareket yediğiniz her şey kontrol altındaydı. Çünkü sizler bu dünya üzerindeki en sağlıklı bireylersiniz. Biliyorsunuz çok yakın bir geçmişte küresel bir salgın atlattık. Sizler bu salgından da başarıyla kurtuldunuz.

- Bütün bunlar ne yani?  Ne olmuş sağlıklıysak.

-Size şu şekilde anlatıyım, şu an dünya nüfusunun yarısı hasta, bunların en başında kanser var, ayrıca geçtiğimiz yıllar bize şunu öğretti ki, birilerinin canı sıkılınca bir virüs üretip Dünya’ya salabiliyor. Muhtemelen bu virüs son olmayacak ve bunların arkası gelecek, biz bilim insanları da buna bir çözüm olarak her milletten, her ırktan sağlıklı insanları toplayıp kusursuz bir insan nesli oluşturmayı hedefliyoruz ve sizlere kendi aramızda “arındırılmışlar” diyoruz. Sizler insanların yavaş yavaş bozulan genlerinden tamamen arındırılmış bulunuyorsunuz.

-Ben anlamadım sağlıklı olduğumuz için bizi uyutacaksınız öyle mi? Peki sonra ne olacak?

- Olacağı şu sizler yıllar sonra yani insan nesli tamamen bozulduğunda yeniden uyandırılıp yeni dünyamıza yolculuk yapacaksınız.

-Ne yeni dünya mı o da ne?

- Buda gizli bir bilgi ama söyleyeyim ARGON -18 ona şimdilik bu ismi verdik.

- ARGON - 18 mi? Dünya’nın geri kalanı bunu biliyor mu?

-Tabi ki hayır Bayım, gizli bilgi dedim ya, isterseniz biraz bilgi vereyim. Bizden 28 ışık yılı uzakta. Ona bu adı çekirdeğinde yoğun miktarda argon gazı olduğu için verdik. Ama merak etmeyin bizim dünyamıza çok benziyor. Fakat bir takım eksiklikleri var, mesela hiç bitki örtüsü yok. Bu yüzden robotlarımız birkaç ay içerisinde oraya ulaşıp bitki örtüsü oluşturmaya başlayacaklar.

- Peki, bu gezegeni ne zaman buldunuz?

-1996 yılında. O zamandan beri bizden saklıyor musunuz dedi John.

-Evet, çünkü o zaman bundan tam emin değildik ve o kadar uzak mesafeye gidecek kadar hızlı uzay gemilerimiz yoktu ama umarım 50 yıl sonra sizler uyanıp oraya doğru yola çıktığınızda insanlar öğrenmiş olacaklar.

-Neden böyle yapıyorsunuz? Bu müthiş bilgiyi insanlardan neden saklıyorsunuz?

-Onlar bu bilgiye henüz hazır değiller, ama zamanı geldiğinde öğrenecekler merak etmeyin. Aklınıza takılan bir şey var mı Bay John.

- Peki, siz bizimle neden gelmiyorsunuz bu en çok sizin hakkınız?

- Bazılarımızın burada kalması gerekiyor bayım. Sizler insanoğlu için daha iyi bir gelecek kurun diye.

-Bu güzel sohbet için çok teşekkürler. Öyleyse ben odama geçiyorum

- Rica ederim bayım. Yemeğe geç kalmayın sakın.

 John odasının yolunu tuttu. İçeriye girdiğinde

- X: hiç iyi görünmüyorsun John rengin sapsarı sana ne oldu, doktor çağırayım mı diye sordu. John ben iyiyim X sadece bu gün çok şey öğrendim dedi ve başını yastığa koyar koymaz uykuya daldı.

Ertesi sabah anonsla uyandı. Hoparlörlerdeki ses herkesin yemekhaneye inmesini söylüyordu. John’ da kalktı ve aşağı doğru inmeye başladı. Yemekhaneye geldiğinde içerisinin oldukça kalabalık olduğunu gördü. Herkes sakince oturmuş kahvaltı yapıyordu. Kahvaltı da mısır gevreği ve süt vardı. John böylesi lüks bir tesisin kendilerine neden bu basit yemekleri verdiklerini düşündü. Sonra “boş ver biz karnımızı doyuralım iki gündür açım” dedi kendi kendine.

 Yemeğin ortasında Profesör geldi.

- “Hepinize afiyet olsun değerli misafirlerim, gece nasıldı?” diye sordu. Sözleri havada asılı kalmıştı Profesöre cevap veren olmamıştı. O da umursamadan konuşmaya devam etti. Misafirlerimiz yemekten sonra sizleri test odalarına alacağız orada son kontrollerinizi yapıp uyutulacaksınız. İyi günler.

John son kaşığı da ağzına götürürken Bayan April geldi. Kısa bir öksürükten sonra yemeğini bitirenler koridorun sonundaki test odalarına geçsinler. John bitmiş olan tabağını boşları toplayan bir görevliye verdikten sonra test odasına doğru ilerledi. Acaba uyandıktan sonra dünya nasıl bir yer olacaktı? Bunu anlamanın tek bir yolu vardı o da beklemek. Dalgın bir şekilde ilerlerken odaya geldiğini fark etti.

 İçeride sıra sıra dizilmiş sedyeler vardı birkaç hemşire ortalıkta geziyor, son kontrolleri yapıyorlardı. John etrafına bakarken bir hemşire:

- Hoş geldiniz lütfen sedyeye oturun dedi. John sedyeye oturdu. Hemşire önce kan aldı ve bir makineye koydu. Birkaç saniye sonra tüm bilgiler bilgisayar ekranındaydı, hemşire durumunuz iyi, vereceğimiz ilaçlara alerjiniz de yok, artık başlayabiliriz. Çekmeceye eğilip serum ve iğne çıkardı, canınız biraz yanabilir derken iğneyi çoktan batırmıştı. John hafif bir hırıltı çıkardı. Hemşire daha sonra koluna serum taktı. Hemşire biraz dinlendikten sonra ana salona geçin dedikten sonra arkasını dönerek uzaklaştı. John yalnız kalmıştı gözlerini birkaç dakikalığına kapattı. Birkaç dakika sonra kalktı ve ana salona doğru ilerledi.

İçerisi kalabalıktı. Profesör Thomas önceki yerindeydi. Elini kaldırdı: Değerli misafirlerimiz son kontrolleriniz de yapıldığına göre artık zaman yolculuğuna hazırsınız demektir. Sizlerle vedalaşmadan önce şunu söyleyeyim: Elli yıl sonraki dünya şimdikinden çok daha berbat olacak. Ama merak etmeyin sizler daha güzel ve yeni bir Dünya’ya gideceksiniz Şimdi vakit kaybetmeden sizleri uyutalım.

İçeriye onlarca Hemşire girdi ve –bilimsel tabirle denekleri- misafirleri kapsüllere koydular. John kapsüle girdiğinde tedirgindi. Kendisini kapsüle yerleştirmekle görevli olan hemşire oksijen maskesini uzattığında ciğerlerin derinliklerine doğru eski dünyadan son bir nefes çekti. Maskeyi taktıktan sonra gözü buğulanmaya başladı ne oluyor diye sordu. Hemşire uyutuluyorsunuz diye cevap verdikten sonra kapağı kapattı. İçeriye çeşitli gazlar ve sıvılar dolmaya başladı. Tüm uyutulma işlemleri bittikten sonra kapsüller özel bir odaya alındılar.

 

 

2.BÖLÜM

 

Sedyede gidiyordu hatıralar gözünde canlandıkça içindeki merak duygusu artıyordu. Acaba yeni dünya nasıldı? Neler değişmişti? Dünya daha iyi bir yer mi olmuştu yoksa bulunduğu bataklıkta çırpındıkça daha fazla mı batmıştı? Tüm bu soruların cevabını yakında alacaktı.

Odaya getirildikten sonra bir yatağa yatırıldı John.

-Kaç yıl geçti?

-Kırk sekiz efendim.

-Âmâ bana elli yıl demişlerdi, diye ufak bir sitemde bulundu John.

- Evet, planlara göre öyleydi ancak gemi beklenilenden daha önce yapıldı ve yakında şirketler arası büyük bir savaşın çıkacağı düşünülüyor, bu yüzden sizi erken gönderme kararı aldılar dedi hemşire.

-Peki, bana son elli yılın belgeselini yâda film benzeri bir şeyini izletir misiniz? Ben yokken nelerin değiştiğini çok merak ediyorum. Tabi ki hemen açayım diyen hemşire gözlerinden çıkan belgesel görüntülerini duvara yansıtmaya başladı. Aynı anda John’un gözleri fal taşı gibi açıldı beş dakikadır kendisiyle konuşan bu kadının robot olması onu şaşırtmıştı. Gerçi daha uyutulmadan önce de insan şeklinde robotlar olduğunu hatırlıyordu fakat bu kadar gerçekçi ve mükemmel bir robotu karşısında görmek onu hayli şaşırtmıştı. Aklını toparladı ve belgesele odaklandı.  ­

Duvardaki ekranda görüntüler kayıyordu. Arka planda bir erkek sesi konuşuyordu.

 Yarım asır önce yaşadığımız küresel salgından birkaç yıl sonra güzel dünyamız da tükenmeye başlayan sular ve gıda maddeleri nedeniyle yaşanan ve yüz milyonları öldüren nükleer üçüncü dünya savaşından sonra dünya yönetim sistemi değişti. Neredeyse insanlık tarihinin başından beri süregelen devlet yapısı yerini şirketlerin egemenliğine bıraktı. 2000’li yıllardan sonra hızla büyüyen bazı şirketler yeni yüzyılın ilk çeyreğinde çıkardıkları virüs ve daha sonrada nükleer savaşla emellerine sonunda ulaştılar sevgili dostlar. Kurulan bu yeni düzende dünyayı yöneten bu şirketlerin hepsinin ayrı orduları, kanunları oldu. Ülke vatandaşı kavramı yerini şirket çalışanına bıraktı. Ülkelerin anayasaları gidip şirket kuralları geldi. İlk zamanlarda bu şirketler altı ayrı kola ayrılmışlardı; Teknoloji, gıda, temizlik, giyim, inşaat ve sağlık. Daha sonra bu büyük şirketler parçalanarak daha küçük parçalara ayrıldılar.

İlk başlarda bu yeni dünya düzeni insanların hoşuna gidiyordu çünkü yaşam standartları birden artmıştı, işsiz insan, evsiz kalmamış herkesin bir işi ve evi olmuştu. Fakat şirketlerin kendilerini kontrol altına aldıklarının henüz farkına varmamışlardı. Ayrıca insanların her ne kadar maaşları bol olsa da kölelerden pek farkları yoktu. Zaten şirketlerden aldıkları maaşı yine onlardan ürün alarak onlara iade ediyorlardı. Onlar bu durumdan rahatsızlıklarını dile her getirişlerinde şirketler topluma daha fazla baskı uygulamaya başladı.

Ta ki insansı robotlar gelene kadar. İnsanlardan hiçbir farkı olmayan, onlar kadar mükemmel yapıda olan ve ayrıca yorulmak bilmeyen bu robotlar insanların işine çok yaradı. Ancak çok pahalı olduğu için sadece şirketlerdeki orta sınıf bunları alabiliyordu. Onlarda alabilmek için yıllarını veriyorlardı fakat aldıktan sonra her şey kolay oluyor, insanlar sadece yarım mesai yapıyor kalan zamanlarında hobileriyle ve aileleriyle vakit geçiriyorlardı. Olan yine fakirlere olmuştu. Onlar günde 18 saat çalışmaya devam etmek zorundaydılar.

Haftalar ayları, ayları yıllar kovaladı. Şirketler arasındaki kavgalar ve reklam savaşları hız kesmeden devam ediyordu dünya yaşanılmaz bir hal almıştı. Doğal kaynaklar tükenmiş küresel ısınmayla, geriye kalan azıcık buzullar da erimişti. Asit yağmurları hiç olmadığı kadar artmıştı.İnsanlar arasında her gün yeni bir salgın çıkıyor, bir süre insanlar öldükten sonra tıpkı yıllar önceki büyük salgında olduğu gibi bir aşı çıkıyor ve virüs bertaraf ediliyordu. Bu ufak çaplı salgınlar dev şirketlere çift yönlü kazanç sağlıyordu. Hem 20 milyar insana dayanan dünya nüfusu kısmi olarak azaltılıyor, hem de aşılar sayesinde para kazanılıyordu.

Dünya üzerinde doğal olan hiçbir madde kalmamıştı. Son yüzyılın başlarında keşif edilen yapay etin popüler olmasıyla yapay gıdalar,  sektörün her bir parçasına nüfuz etmişti. İnsanlık 30 yılı aşkın bir süredir kahvaltılarında gerçek ekmeğini gerçek yumurtasına banamıyordu. Hallerinden memnundular. Çünkü tadı gerçeğiyle aynıydı fakat içerdikleri maddeler vücutlarını her geçen gün hasta ediyordu. İnsanların hastalanmasına da ilaç şirketleri seviniyordu. Yani insanoğlunu sonuna kadar sömürmeyi başarıyorlardı. Tüm bu yaşanılmaz dünyayı geçtiğimiz aylarda alınan bir haber dünyayı heyecanlandırdı. Eski Amerikan döneminden bize miras kalan yeni adıyla NASA Keşif Şirketi yeni ve yaşanılabilir bir dünya bulduklarını açıkladı. Hatta buraya gidecek ilk geminin birkaç hafta sonra yola çıkacağını açıkladı. İnsanlık tabi ki bu habere çok sevindi. Herkes yeni gidecekleri yeni gezegende yaşama hayali kuruyor. O güzel günleri iple çekiyor.

Robot hemşire belgesel bitince odadan çıktı. O odadan çıktıktan sonra John biraz dinlenmek için kafasını yastığa koydu.

-------------------------------------

 

İçerideki bilim adamları tartışıyordu en yaşlıları olan doksan yaşlarına merdiven dayamış Profesör Thomas konuşmaya başladı.

-Yıllar önce uyuttuğumuz deneklerin %90’ı sağlıklı bir şekilde uyanmayı başardı. Argon- 18’e yolculuk için daha neyi bekliyoruz.

-Sizin de dediğiniz gibi profesör % 90’ı tek uyanabildi ya geriye kalan %10.  Peki bu oranı nasıl göz ardı edebiliriz. Ya büyük yolculukta hepsi ölürse, o zaman 100 yıllık proje boşa mı gitmiş olacak.

- Size katılmıyorum. % 10 İnsanlığı kurtarabilmek için göz ardı edilebilir bir risk. Bence Thomas’ı dinlemeliyiz. Her şey hazır, savaş çıkmadan bir an önce göndermeliyiz.

-Peki ya dünyanın geri kalanı. Onlar ilk gemiden sonra sıranın kendilerine geleceğini zannediyorlar. Haklılar çünkü onlara böyle söyledik.

-Onların canı cehenneme. Bizler sadece mükemmel insanları gönderiyoruz. Gönderiyoruz ki orda da bu lanet hayatı yaşamasınlar.  Eğer o insanlar Argon’a giderlerse oranın dünyadan ne farkı kalır.

 - Profesör Thomas yüksek sesle: lütfen sessiz olun oylama yapacağız. Ancak iki farklı oylama yapılacak:

Birincisi yolculuğun hangi tarihte olacağı. İkincisi de uyanan bazı hastaların tekrar dünyayı görmek istemeleri. Onların dış dünyayı tekrardan görmesine izin verecek miyiz yoksa direk uzaya mı yollayacağız? Bu iki konuyu oylamaya sunuyorum. Birinci oylama için lütfen el kaldırın.

Eller 10’a 8 oyla yakın tarihte gönderilmesi yönünde çıktı. Bilim adamları bir hafta içinde göndermekte anlaştılar.

Profesör: Lütfen ikinci oylama için el kaldıralım dedi.

Sonuç bu sefer 9’a 9’du. Jüri ufak bir tartışmadan sonra özel kıyafetle ve korumalarla dünyada hiçbir şey yememek şartıyla bir hafta boyunca dışarı çıkmaları yönünde karar verdi.

--------------------------------------------------------

 John başını yastıktan kaldırdı. Odadaki hemşireye ne zaman çıkabilirim diye sorunca aldığı cevapla yüzü güldü. Hemşire hemen çıkabilirsiniz dedi. Sedyeden indi ve odadan çıktı. Koridorlarda yürümeye başladı. Bina değişmemişti, sadece ufak tefek yenilikler yapılmıştı. Karnı guruldayınca nereye gitmesi gerektiğini anladı.

Yemekhanedeki yemek önüne geldiğinde ilk başta çok sevindi çünkü tabağında koca bir biftek vardı. Âmâ aklına gelen düşünce sevincini böldü. Ya bu et belgeselde gördüğü sahte yemeklerdense. Hemen aşçıya sordu kafasındakini. Aşçı: Bunlar gayet doğal et, sizler için özel yetiştirilen ineklerden elde edildi. Aldığı cevap neşesini geri getirmişti. Hemen masaya oturup huzur içinde yemeğini yedi.

Yemek yerken yemekhanedeki ekranda bir yazı belirdi. “LÜTFEN BÜTÜN DENEKLER 4.KATTAKİ KIYAFET ODALARINA GELSİNLER” yazıyı gören John kıyafet odasına doğru ilerledi. Kıyafet odasına vardığında ona gösterilen bölüme girmesi söylendi John heyecanlanmıştı. Ne için buraya çağırıldığından bihaberdi. İçerideki hemşire kendisine ilginç bir elbise, ayakkabı ve kask verdi. John hemşireye: Bu ilginç kıyafetlerin kendisine neden verildiğini sordu. Hemşire dışarısı sizin için güvenli değil Bayım, bu nedenle sizi dış dünyaya bu kıyafetlerle göndermek mecburiyetindeyiz dedi. John başını salladıktan sonra karşıda bulunan giyinme kabinlerinden birine girdi. Kıyafetlerini giydikten sonra göz ucuyla aynaya baktı. Komik görünüyordu doğrusu. Acaba sokaktaki insanlar kendisini bu halde görseler ne derlerdi. Odadan çaktıktan sonra hemşire: Çok yakışmış Bayım artık gitmeye hazırsınız dedi. John sırıttı. Odadan çıktıktan sonra koridorlarda bir süre dolaşmaya başladı. Yanında yürüyen ve kendisi gibi giyinen genç, alımlı, sarışın bir kadına,

 - Beraber gezelim mi şehri, dedi.

-Kadın memnun olurum dedi yüzündeki memnun ifadeyle.

-Öyleyse gidelim.

Tesisin dışına ilk adım attıklarında açıkçası John bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi uçan arabalar göreceğini zannediyordu. Ama gerçek hayal dünyasından farklıydı. Her yerde eskisi gibi tekerlekli otomobiller vardı. Yanımdakine sorayım diye düşündü. Bayan… Birden yanındaki kadının adını sormayı unuttuğunu fark etti.

- Adınız neydi acaba?

-Adım Susan. Sizinki ne?

-Benim adım John.

-Söyler misin? Susan. Arabalar neden hala eskisi gibi?

-Bu konuda hiçbir fikrim yok John. Ama istersen birisine sorabiliriz.

-İyi olur bak şurada park var istersen beraber oraya gidebiliriz.

-Tamam, hadi gidelim.

Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardılar. Girişte bir meşe ağacının altındaki bankta pinekleyen yaşlı bir adamın yanına oturdular.

-John Susan’dan önce konuştu.

-Af edersiniz bayım acaba sizinle biraz sohbet edebilir miyiz?

Yaşlı adam birden irkildi karşısında ilginç kıyafetli iki kişiyi görmek onu şaşırtmıştı. Ama nedenini sormadı.

-Buyurun ne sormuştunuz.

John tekrardan konuştu.

-Efendim son yıllarda teknoloji gelişmesine rağmen arabalar neden hiç değişmedi?

-Bunu bana neden soruyorsun genç adam.

-Çünkü bilmiyorum efendim bizi bu konuda aydınlatırsanız eğer çok sevinirim.

-Peki anlatayım. Nerden anlatmamı istersiniz?

-Büyük salgından sonrasını efendim.

-Tamam, oradan başlayalım. O zamanlar siz yoktunuz bilemezsiniz. Çok zengin ve dahi bir adam vardı. Bu adam devrin ilk elektrikli otomobil fabrikası kurdu. Normalde benzinle çalışan arabalar üretilirdi fakat bu adam ilk defa tamamen elektrikli araçlar üreten bir fabrika açmıştı.  Şirketin adı yanlış hatırlamıyorsam TESLA’ydı. TESLA şirketi daha önce var olmayan teknolojilere sahip arabalar yapmakla meşhurdu. Hatta o zamanlar bir devrim niteliğinde olan sürücüsüz araba teknolojisini ilk defa seri üretime geçiren şirketti. TESLA araçları ilk çıktığında diğer araba modellerinde olmayan geniş ekranlı bilgisayarlar koymaya başladı. Otomobil sektöründeki bu yeni gelişmeler ilk yıllarda insanların çok hoşuna gidiyordu fakat ilerleyen yılarda insanlar sıkılmaya başladı. Her an her yerde takip ve kontrol edilme hissi insanları korkutmaya başlamıştı. Artık içerisinde hiçbir teknoloji olmayan eski tip arabalar istediler. Bunu gören şirketler de bu şekilde arabalar üretmeye karar verdiler. İşte böyle gençler. Gelecek hayal edilen gibi olmadı. Oysa daha sizler yokken çekilen bilim kurgu filmlerinde hep uçan arabalar vardı.

Sizi çok sıktım değil mi gençler. Kusura bakmayın çok uzun süredir kimse ile muhabbet etmemiştim. Yaşlılık çok zor. Sizinle karşılaşmak iyi oldu. Çok teşekkür ederim.

-Ne demek biz teşekkür ederiz. Dedi Susan.

John göz işaretiyle Susan’a kalkmasını söyledi. Beraber parkın dışına çıkıp caddelerde yürümeye başladılar. Arabalar değişmemişti ama şehir çok değişmişti. Bir zamanlar uzunluk rekorunu kıran Burj Khalifa şimdiki gökdelenlerin yanında cüce kalırdı. Anlaşılan geçen yıllar mimaride büyük değişimlere yol açmıştı. Sokaklarda çok fazla insan olmaması ilk Susan’ın dikkatini çekti.

-John neden etrafta eskiye göre daha az insan var.

-Bilmiyorum Susan şu gence soralım.

Hey! Dostum bakar mısın? Bütün insanlar nerde acaba?

Karşılarındaki genç sorulan soruya şaşırmıştı. Birkaç saniye donuk gözlerle John ve Susan’a baktıktan sonra cevapladı. Sizler uzaydan mı geldiniz yoksa. Ayrıca bu kıyafetler de nedir?

John ne cevap vereceğini bilemedi. Her şeyi nasıl açıklayacaktı. John’un kararsız halini gören Susan olaya el koydu.

-Dostum sen sorumuza cevapla millet nereye kayboldu onun cevabını ver.

Peki, kızmayın dedi genç. İnsanlar yer altında. Burada gördüğünüz şehrin sadece bir kısmı. Bunun on katı yerin altında yaşıyor. Peki, neden böyle yaptınız dedi John. Genç umursamaz bir tavırla ne yapsaydık peki, başka yer mi kaldı. Dağlar, taşlar insanlarla dolunca biz de yerin altına doğru yerleşmeye başladık. Siz uzaydan mı geldiniz? Bana bu saçma soruları neden soruyorsunuz? Susan uzaydan gelmedik ama oraya gideceğiz dedi mırıldanarak. Ne uzaya mı gideceksiniz demek onlar sizsiniz ha Argon -18 e gidecek olanlar. John Şist! Kimseye bundan bahsetme dedi John. Cevabımızı aldık. Sana teşekkür ederiz. Gidebilirsin. John’un ani çıkışı genci ürküttü. Hızla yanlarından uzaklaştı.

- Garip dedi Susan. İnsanlar göklere taşınır zannetmiştim ama tam tersi olmuş. Yerin altına yerleşim kurmuşlar.

- Bende öyle düşünmüştüm ama gelecek bilim kurgu filmlerimizden çok farklı olmuş. Galiba bilim kurgu filmlerinde genelde geleceğin teknolojik tarafı anlatıldığı için bizler gelecek dünyayı süper, muhteşem ve teknolojik bir dünya olarak hayal etmiştik zihnimizde.

- Evet, dünya teknolojik olarak çok ilerlemiş ama bir o kadarda berbat, sağlıksız eve yaşanılmaz bir hal almış. Hava solunacak gibi değil, güneş eskisi gibi sağlıklı değil, Ozon tabakasının delinmesi ile ölüm getiriyor. Bunun için yeni bir dünya arayışına girdiler John.

-  Acaba bu yeni gezegen bulunmasaydı ne olurdu gerçekten merak ediyorum Susan.

 - Bence insanlık bir asır kadar yaşar sonrada yok olur giderdi çünkü bizlere emanet edilen doğayı koruyamadık.

- Çok haklısın. Hatta o kadar bile dayanamayabilir. Bunu kendimize biz yaptık. Sanayi devriminden sonra dünya tüm hayatı boyunca olmadığı kadar yıprandı. Eskiden insanoğlu doğaya hâkimdi, daha sonra bu tam tersi oldu.  Bu durum ilk başta insanların hoşuna gitti. Ama geçen zaman bize gösterdi ki insanoğlunun hayatta kalabilmesi için doğanın bizim efendimiz olması gerekiyor. Yoksa işte böyle oluyor.

- Evet John. Ama şuradaki A.V.M çok güzel görünüyor bir bakalım mı?

- Olur gidelim.

İçeriye girdiler. İçerisi geniş bir alana sahipti, her tarafta vitrinler vardı elli yıl öncesine göre pek de bir şey değişmemişti. Tek fark mağaza görevlilerinin robot olmasıydı. İçerisi kalabalıktı. Çoğunluk kadındı. John

-          Anlaşılan geçen yarım asırlık süre kadınların huylarını pek değiştirmemiş.

Susan güldü.

   - Tabi ki değişmez John bu hep böyleydi ve böyle olmaya devam edecek.

   -Şimdi bizde bu kaideyi bozmayalım ve birkaç parça eşya alalım.

-İyide bizim paramız yok ki.

-Doğru söylüyorsun John şirketi arayalım.

-Tamam. Buraya gelirken hemşire acil durumlarda şirkete ulaşmak için kolunuzdaki telefonu kullanın demişti. Ben arayayım.

John şirketi aradı. Telefona bir robot çıktı. Denek numaranızı söyleyin dedi robot

-John: denek 0-23

-Sorun nedir Bay John?

Biz denek 0-47 ile birlikteyiz ve alışveriş yapmak istiyoruz ama paramız yok.

 Robot sakince cevap verdi.

- Burada para yok efendim. Para kullanımı yıllar öncesinde kaldı. Siz alışverişinizi yapın, Şirketin adını ve denek numaralarınızı söyleyin. Şirket ödemelerinizi yapacaktır.

 

Telefon kapandı. John bir süre şaşkınlık yaşadı.

-Para yok mu? Nasıl olmaz .

-Susan hadi boş ver parayı da, biraz elbise bak. Belki ARGON soğuktur ha ne dersin?

 

John güldü. Pekâlâ, hadi bir şeyler alalım. Madem şirket ödeyecek o zaman dilediğimiz gibi alışveriş yapabiliriz.

Yaklaşık bir saat sonra elleri dolu bir şekilde kasaya yanaştılar. Şirket adını ve denek numaralarını söylediler. Tam çıkarken John arkasını dönüp kasadaki bayana

-Pardon size bir şey sorabilir miyim?

-Buyurun.

-Acaba bize insanların artık neden para kullanmadıklarını anlattır mısınız rica etsem?

- Tabi ki. Dünya düzeni şirketlerin lehine döndükten sonra, yani şirket devriminden sonra şirketler insanlara her aybaşı maaş vermek yerine ay boyunca bedava alış veriş yapma hakkı verdi. Tabi ki ay sonunda maaşlarından kesmek şartıyla. Bu şekilde herkes dilediğini, alabiliyordu böylece kimse gereksiz para işlemleriyle uğraşmak zorunda kalmıyordu. Zaten aldıkları şeyler yine şirketlere ait olduğu için para yine onlarda kalıyordu.

-İyide kimse para kazanmıyorsa şirketler ve çalışanlar ne için var. Yani bu dünyada kimse para kazanmıyor mu?

- Kazanmaz olur mu? Ama sadece altı kişi. Bunlar altı şirketin yöneticileri. Onların dışındaki herkes zaten şirket çalışanı olduğu için standart sistemle alışveriş yapıyorlar.

- Anladık çok teşekkür ederiz sağ olun dedi Susan. Tekrardan sokaklara çıktılar. John

-Amma alışveriş yaptık. Umarım yeni gezegene götürmemize izin verirler yoksa yazık olacak bunca elbiseye.

-Baya yorulduk. Tesise gidelim mi?

-Olur.

Tesise vardıklarında herkesin gelmiş olduğunu gördüler. Yemeklerini yedikten sonra uyudular.

John ertesi sabah yağmurun sesiyle uyandı.

-Günaydın John bu gece iyi bir uyku çektin. Kalp atışların normaldi.

-Sana da günaydın X. Sen gece uykumu mu analiz ettin. Ama ben senden böyle bir şey istememiştim.

-Bu benim işim John. Sen istesen de istemesen de bunu yapacağım.

-Peki, patron sensin. Saat kaç X.

- 8.30

- Kahvaltı kaçtaydı?

- 8.45

John hazırlandı ve bahçeye çıktı. Hava bulutluydu. Yağmur çiseliyordu. John kendi kendine yağmur görmeyeli baya zaman oldu dedi. Birden ayak sesleri duydu. Gelen Susan’dı. Sen miydin gelen hoş geldin dedi John. Bak yağmur yağıyor beraber izleyebiliriz.

-Belki daha sonra çünkü karnım aç ben kahvaltıya gidiyorum.

-Bekle beni de.

John ve Susan yemek yerken birden alarm çalmaya başladı DİKKAT DEPREM! DEPREME SON 30 SANİYE! LÜTFEN SIĞINAKLARA KOŞUN!

John ve Susan bir anda ayağı fırladılar ve hızla sığınağa doğru koşmaya başladılar. Görevliler sığınağın girişinde onları içeri aldılar ve sakin bir köşede oturmalarını söylediler.

 Susan’ın korkudan rengi sararmıştı.

-Daha önce hiç deprem görmedin mi Susan?

-Hayır, ilk defa bir depreme şahit olacağım.

Birkaç saniye sonra deprem başladı. Çok sarsıntılıydı. Sığınakta hafif çığlıklar duyuluyordu. Görevliler herkese sakin olmalarını, bu sığınağın her depreme dayanacağını söylüyorlardı. John Susan’ın titrediğini görünce ona sarıldı. Geçecek Susan az kaldı dayan birazcık.

Yaklaşık 30 saniye süren deprem durdu. Görevliler emir gelene kadar lütfen yerlerinizde kalın diye bağırmakla meşguldü.

-Bak geçti Susan rahatla. Biraz daha iyi oldun mu?

-Tamam, iyiyim ben.

Hoparlörlerden ses duyuldu. TEHLİKE GEÇTİ. LÜTFEN SIĞINAKLARDAN ÇIKIN!

Kapılar açıldı. John ve Susan dışarı çıktılar. Tesiste hiçbir zarar yoktu. Yemekhaneye geçip Kahvaltılarına devam ettiler.

 

        ------------------------------------------

 

Toplantı odasında sesler yükseliyordu.

Doktor David :

-Depremler nükleer bombalardan dolayı oldu. İki gün önce başlayan savaşta VENAS ŞİRKETİ ve EGOS ŞİRKETİ birbirlerine nükleer bomba atmaya başladılar bu da tektonik depremlere neden oldu. Savaş tehlikeli boyutlara ulaştı. Deneklerin bir an önce yola çıkmasını talep ediyorum.

-Doktor David haklı. Zaten bütün hazırlıklar tamamlandı. Bu iş daha fazla uzamasın. Yoksa her şey boşa gitmiş olur.

Profesör Thomas söz aldı. Tamam, o zaman bir an önce gönderme çalışmalarına başlayalım.

------------

John ve Susan yemekten sonra bahçeye çıktılar. Ağaçların arasında dolaşırken Susan birden John’a ağaçların isimlerini sordu. John ağaçlarla aram pek yoktur ama ilerde birisini görürsek sorarım dedi. Bir kaç yüz metre ilerledikten sonra bir tesis çalışanına denk geldiler. Susan hemen atıldı: Bayım bu ağaçların isimleri nedir acaba çok güzel görünüyorlar. Adam cevapladı.

-Bunların adı begonya. Yâda daha doğrusu onların taklidi.

- Nasıl yani şimdi bu gördüğümüz ağaçların hiçbiri gerçek değil mi? Dedi John. Adam güldü.

- Haklısınız şaşırmakta nede olsa uzun zamandır yoktunuz. Şöyle anlatayım siz uyutulduktan yaklaşık 15 - 20 yıl kadar sonra dünyadaki ağaçlar hızla tükenmeye başladı. Çünkü sanayileşme, nüfus, binalar ve benzeri unsurlar ağaçların yaşamasına izin vermiyordu. Ama siz de bilirsiniz ki ağaçlar karbondioksiti oksijene çevirir ve bu şekilde dünyayı temizler. Ağaçlar kesilince insanlar yüksek oranda hava kirliliklerine maruz kaldılar. Çözüm olarak ta ağaçlarla aynı işi yapan bir ürün buldular. Ve her yere bu ürünü yerleştirdiler. Parklara ve bahçelere de bu görmüş olduğunuz sahte ağaçlardan diktiler ki insanların gözleri ağaç görsün.

-Nasıl yani dünyada hiç ağaç yok mu şimdi?

-Tabi ki de var ama sayıları yok denebilecek kadar az.

Tam o sırada tesisten gelen anons sesi konuşmalarını böldü. LÜTFEN TÜM DENEKLER TEST ODASINA.

-          John neden biz test odasına çağırıyorlar ki? Daha uçuşa çok var. Görevli John’un sorusunu:

-          Galiba artık çok yok diye cevapladı. Susan

-          Haydi, gidelim de öğrenelim dedi.

Koşar adımlarla tesise ulaşıp test odasının yolunu tuttular. John koridorda ilerlerken bir hemşireyi durdurup neden test odasına çağırıldıklarını sordu. Hemşire

-          Çünkü iki saat sonra gidiyorsunuz diye cevap verdi.

-           Ne! İki saat sonra mı? Âmâ bize bir hafta kalacağımız söylenmişti. Neden şimdi gidiyoruz anlamadım.

-Çünkü savaş başladı ve taraflar birbirlerine nükleer bomba atmaya başladı sizi bir an önce yollamamız gerekiyor.

-Tamam, o zaman test yaptıralım.

Hızlı adımlarla test odasına gittiler. Telaşlıydılar ama neden telaş ettiklerini kendilerinde bilmiyorlardı. Galiba tesiste yaşanan koşuşturmadan etkilenmişlerdi. Odaya vardıklarında tıpkı 50 yıl önce olduğu gibi birkaç basit teste maruz kaldılar. Daha sonra ana salona geçtiler. Denekler yine salona toplanmıştı. Profesör Thomas her zamanki yerini çoktan almıştı bile. Ama bu sefer 50 yıl yaşlıydı. John Profesörü orada görünce aklına uyutulmadan önceki hali geldi. Dünya o zaman ne kadar da farklıydı, o zamanlar dünyanın çok kötü bir yer haline geldiği söylenirdi. Bu sözleri söyleyenler geleceği görselerdi muhtemelen sözlerini geri alırlardı diye düşündü, John bu düşünceler arasında dolaşırken Profesör konuşmaya başladı.

-          Dostlarım, biliyorsunuz ki sizleri yaklaşık bir hafta sonra göndermeyi planlıyorduk ancak beklenmeyen olaylar yaşandı. Şirketler arasında yeni çıkan nükleer savaş tehlikeli boyutlara ulaştı. Muhtemelen sizleri yolladıktan kısa süre sonra dünya diye birey olmayacak. Çünkü bu savaşın sonu kesin bir yok oluş gibi görünüyor. Âmâ neyse ki bu proje sayesinde insanlık ağacı başka diyarlarda da meyve verecek. Şimdi hepinize iyi yolculuklar diliyorum. Tanrı yardımcınız olsun.

Salondaki kapsüllerin kapıları açıldı. Hemşireler denekleri kapsülleri yerleştirmeye başladılar. John gözleriyle Susan’ı aradı. Birkaç saniye sonra buldu. Hızla yanına yaklaştı.

-Demek buradaydın Susan. Seni bulmak iyi oldu.

-Bende seni arıyordum John. Gel de vedalaşalım.

İki arkadaş sarıldılar.

-Orda görüşürüz John.

-Görüşürüz Susan.

Vedalaştıktan sonra ayrıldılar ve kapsüllere bindiler. John uyutulmadan önce hemşireye bu seferki ne kadar sürecek diye sordu. Hemşire tahmini 14 yıl dedi. John maskeyi ağzına koyduktan sonra uykuya daldı. Az sonra Profesör Thomas kapsülleri uzay mekiğine yüklemelerini söyledi.

Uzay mekiği insanlık tarihinde yapılmış en büyük ve en hızlı gemi olma unvanının sahibiydi. Üç binin üzerindeki deneklerin tüm ihtiyaç ve ekipmanları içerisinde barındırıyordu. Büyüklüğü çoğu insanı dehşete düşürecek nitelikteydi. Geminin yolculuğu on dört yıl sürecekti. Maalesef geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacak olan bu geminin adı HOPE’du. Bu adı insanlığın tek umudu olduğu için vermişlerdi. HOPE’ta son hazırlılar yapılmaktaydı. Hazırlıkların bittiği Profesöre söylenince fırlatma için geri sayım emrini verdi. Yeni gezegenin yolcuları yeni evlerine doğru yola çıkıyordu. Tesisin yönetici ekibi de uzay gemisinin fırlatışını izlemek için camlara yaklaşmıştı. Profesör Thomas:

-Umarım emeklerimiz boşa gitmez.

-Size katılıyorum Profesör. Eğer bu proje başarıyla bitmezse insanlık diye bir şey çok yakında kalmayacak.

Bilim adamları camdan bakarken geri sayım çoktan ilk yirmi saniyeyi geride bırakmıştı.

Son 10, 9,8,7,6,5,4,3,2,1 ve mekik fırlatılıyor! Dedi hoparlörlerdeki ses.

HOPE uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Arkasında yok olmak üzere olan bir dünya bırakarak…

 

 

 

-SON-

Yorumlar

Blogda ki Popüler yazılar

Topuklu Ayakkabının İcadı

  Herkese selamlar arkadaşlar. Moda hakkında bir yazı okurken yazı içinde geçen topuklu ayakkabı kelimesi nedense bende merak uyandırdı. İçimde birden beliren topuklu ayakkabının nasıl ve neden icat edildiğini öğrenme arzusu beni çeşitli kaynaklardan bu konuyu araştırmaya sürükledi. Bende bu yaptığım araştırmadan edindiğim bilgileri sizinle paylaşmak istedim. Bu konu ile ilgili baktığım çoğu kaynakta 16.yy’da Avrupa toplumunda insanların lavabo alışkanlıklarının olmadığını ve bu nedenle pisliklerini sokaklara atmalarının sonucunda yerlerdeki pisliklere basmak istemeyen insanların topuklu ayakkabıları icat ettiğini söyleniyor. Fakat ben bu fikre katılmıyorum çünkü bulduğum bir kaynak bana daha inandırıcı geldi. Ama ilk önce ilk önce ayakkabının icadından başlayalım. İLK AYAKKABI NEREDE İCAT EDİLDİ? Resmi kayıtlara göre ilk ayakkabı MÖ.2000 yılında Mısırda icat edilmiştir. Kâğıt yapımında kullanılan papirüsle yapılan bu ilk ayakkabı daha sonra farklı uygarlıklar tarafından deriyl

Tarihi Sevdiren Adam

  Herkese merhabalar arkadaşlar bugün yazımda sizlere bir yazarı anlatmak istiyorum. Onun hayatını anlatmayacağım ama. Çünkü o hayatını yaşayıp ebedi dergâha doğru yol aldı. Ancak yaşarken yazdığı kitaplarla birçok çocuğun hayatına yön vermesine, kitap okumayı sevmesine vesile oldu. O, ben dâhil binlerce çocuğa “Tarihi sevdiren adam” . Yavuz Bahadıroğlu. Birkaç ay önce annem sabah uyandığımda yatağıma gelip vefat haberini verdiğinde daha önce (çok şükür)hiçbir yakınını kaybetmemiş olan ben; sanki babamı, abimi, bir dostumu kaybetmiş kadar üzülmüştüm. Bu satırları yazarken tekrar tekrar aklıma geliyor, ancak onun ölmediğini bildiğim için gönlüm rahat. Çünkü Sunguroğlu hâlen yanı başımda ve onu her okuyuşumda tekrardan beraber maceralardan maceralara koşturuyor. Kimi zaman düşman paralıyor, kimi zamansa bir kimsesize yardım ediyoruz.   Bir yazar olmanın en güzel yanı da budur işte. Hiç ölmemek. Bu yüzden her zaman bir yazar olmak isterdim. Hâlâ istiyorum. Umarım bir gün roman yazm

Zehra Romanı Özet ve Yorumu

 Herkese merhabalar arkadaşlar. Bu gün sizlere okumayı yeni bitirdiğim bir romanın özetini anlatacağım. Okuduğum romanın adı “Zehra”. Dilerseniz ilk önce kitabın künyesinden, daha sonra özet ve yorumundan bahsediyor olacağım. Kitabın Künyesi Kitap Adı : Zehra Basım Yılı: 1896 Yazarı: Nâbizâde Nâzım Türü: Roman Kitabın Özeti İstanbul’da ticaretle uğraşan Şevket Efendi adında zengin bir tüccar vardır. Bu şevket efendinin çok güzel ancak kıskanç bir kızı vardır. Adı Zehra olan bu kızın kıskançlığı öyle bir seviyeye gelmiş ki küçük kardeşini öldürmeye yönelik birkaç teşebbüste dahi bulunmuş. Kızın babası her ne kadar durumdan şikâyetçi olsa da elinden bir şey gelmediğinden “büyüyünce geçer “diyerek kendini teselli edermiş. Bir gün şevket Efendi’nin evine kâtibi Suphi Bey gelir. Suphi Bey evde çalışırken bir mola vakti odadan ayrılarak evde dolaşmaya başlar. Tam da o sırada avluda bulunan Zehra’yı görür. Ona âşık olur ancak ne kıza ne de babasına söyleyemez. Suphi de bir